Her şeyden haberimiz olmalı mı?
Herkesin dilinde, herkesin gündeminde bir dava, bir tahkikat: Narin Güran. Mevzum Narin Güran cinayeti değil medyamızın ve toplumumuzun yaklaşımı üzerine aslında. Kimimiz kahraman savcı, kimimiz usta bir hâkim kesildik. Olayı dört başı mamur çözdüğümüzü düşünüyor, her sabah ekran karşısında ahkâm kesiyoruz. Bir dosyanın kapağı aralanır aralanmaz, deliller sosyal medyanın dört bir yanına saçılıyor, tutanaklar manşetlerde çalkalanıyor. Sanki bu olay hepimizin gözleri önünde çözüme kavuşacak, sanki topluca bir dava filmi izliyor gibiyiz. Oysa, neyi izlediğimizin farkında değiliz.
Medya reyting uğruna önümüze her gün yeni bir kırıntı atıyor. Sabahın
köründe kriminal uzmanlar, eski emniyet müdürleri, kendini bu işe adamış
gazeteciler; ekranlarda boy gösteriyor. Öğlen tekrar ediyorlar söylediklerini,
akşam haberlerinde ise manşet oluyor söyledikleri. Haber siteleri her detayı
evirip çevirip farklı başlıklarla servis ediyor. Google News’te karşımıza çıkan
haberler, her seferinde yeni bir suçlu ya da kurban yaratıyor. Ama asıl sorun
burada başlıyor; medya etiği çiğnenirken, soruşturmanın temelleri de yıkılıyor.
Delillerin üstünde tepinmek, alenen konuşmak, tahkikatın gidişatını
zehirliyor. Peki, kimse düşünmüyor mu? Bir soruşturmada hangi delil
karartılırsa, işin içinden çıkılamaz? Herhangi bir hata, dava sürecini nasıl
çıkmaza sokar? Bu detaylar artık herkesin önünde tartışılıyor, hassas bilgiler
ulu orta paylaşılıyor. Olayların en ince ayrıntısına kadar ifşa edilmesi, hem
soruşturmayı riske atıyor hem de toplumu derin bir paranoya ve güvensizliğe
sürüklüyor.
Bu noktada durup düşünmeliyiz: Tahkikat toplumun gözleri önünde yürütülmesi
gereken bir süreç midir? Herkesin, her şeyi bilmesi bu süreci daha şeffaf mı
yapar, yoksa kaosa mı sürükler? Kriminal vakaların detayları gündelik tartışma
konusu haline geldiğinde, toplumsal ruh sağlığı ne hale gelir? Bu soruları
çoğaltmamız çok kolay.
Medyanın, kendisine biçilen görev ile sorumluluk arasında denge kurması
gerekir. Haberin, bilgi vermekle sınırlı kalmayıp toplumu şekillendiren bir güç
olduğunu unutmamalı. Oysa günümüzde, medya aracılığıyla şekillendirilen bu güç,
toplumun psikolojik yapısını zayıflatıyor. İnsanlar, izledikleri haberlerden
sonra adeta birer dedektif gibi olayları çözmeye çalışıyor. Ama gerçekte,
medyanın gösterdiği sadece bir film, bir yanılsama. Soruşturmanın derinlikleri,
medyanın parıltılı yüzeyinde kaybolup gidiyor.
Gerçek adalet, topluca tartışılan bir olayın sosyal medya gündeminde değil,
soğukkanlı bir şekilde yürütülen adil bir süreçte bulunur. Herkesin gözleri
önünde yürütülen bir dava, sonunda bir trajediye dönüşebilir. Çünkü bilgi
güçtür; ama bu gücü kullanırken dikkatli olmazsak, kontrolü kaybetmemiz an
meselesi. Her detayı bilmeye çalışmak, olayların perde arkasındaki gerçekleri
unutmamıza neden oluyor.
Toplum olarak yaşadığımız bu durumu sadece bir davanın öznesi olarak değil,
genel bir problem olarak görmek zorundayız. Tahkikatın toplum önünde yürütülmesi,
her bireyin bir savcı ya da hâkim rolüne bürünmesine neden oluyor. Fakat
unutmayalım, gerçek adalet sabır ve titizlikle inşa edilir; reyting kaygısıyla
değil, dikkatli ve gizli bir süreçle sağlanır.
Sorulması gereken soru şu: Biz adaleti mi istiyoruz, yoksa medyanın sunduğu
illüzyonun bir parçası olmayı mı seçiyoruz? Medya reyting uğruna adalet
mekanizmasını zora sokmaya devam mı edecek? Bu konuda devletin yaptırımı ne
olacak, yayın yasağından gizlilik ilkesine alınan tedbirlerin yetersizliğine nasıl
çözüm bulunacak?