Her şey eskisi gibi (mi) olacak
Almanya’dan arayan bir turizmci arkadaşımız “İyi misiniz?” dedi. Sesinde “en birinci” sosyal devleti tarafından sahiplenilmişliğin tadı. Sanki burada dünya sokağına atılmışız da, iyi biri olduğum için beni toplumumdaki diğer bütün kötü ve gereksizlerden bir kenara ayırmış halde seslenir gibiydi… Bir süre “yaşatıldığı” coğrafyaya ve devletine olan güven oylamasıyla birlikte krizi nasıl da yönettiklerine dair övgülerini bitirmesini bekledim. Konuşması esnasında “Bizim burada yaşlılar zaten izole, hepsi huzur evindeydi, ölmesi gereken de bir şekilde ölecektir, önünü alamayız.” şeklinde farkında olmadan verdiği müyo(!)lar hüznümü çıldırttı. Konuşmaya devam etmek istemeyişime rağmen soğukkanlılıkla yutkundum. Susmadıktan sonra ekledi. “Ben Türkiye’yi düşünüyorum.” Birkaç defa daha kısa kesip “İyiyiz biz.” dediysem de inandıramadım. Acılarımıza rağmen, olabildiğince iyiyiz.
İçinden geçtiğimiz kritik zamana oranla hiç duygusal değildim. Dünya sizi bırakmıyordu. Aklım coğrafyanın ne kadarının kader, ne kadarının değil oluşunu tartışıyor, zihnim tüfek, çelik, mikrop tesbihine bir de uzak yakın tarih, tabii-gayri tabii seleksiyon/kıyamet, külli irade ve kendi gücünün farkında olmayan pek cüzi iradesizlik ile sürünün basit hırsları ile hakimiyet hıncı ve hırsızlıklarını da zikir çeşitleri olarak ekliyordu. Sokaktan din mi bilim mi, bilim kurulu mu, tabibler birliği mi, devlet mi belediyeler mi, evde kalanlar mı sokağa mecbur kalanlar mı tartışmaları kulağımda…
Ne o ve onun gibi düşünenleri, ne ülkemdeki kimi kesimleri bırakalım iyi olmamıza, iyi olma ihtimalimize dahi inandıramadım. Nasıl olurdu? İyi olmak ve bizim gibi düşünen ve yaşayanlar?! (Anlamıyor siz!)
Eleştirel bakma adı altında daima bir felaket tellallığı, dine veya diyelim ki hayata ötelerden bakmaya duydukları öfke ve tepkisellikten bütün olaylara gerekmediği kadar akılcı, bilimci, kurgucu, filmci bakanların başa gelene/getirilene ve seçilmiş- seçilmemiş kadere yaydıkları negatif havayı bir türlü güldüremeyişin yorgunluğunu duydum. Tam da aynı yorgunluğun karşıtından dinleneceğim bir zamanda üstelik. Hayatımın neredeyse bütününü akla, bilime ve diyelim ki hayata fizikberisinden, seküler pencereden bakmaya duydukları öfke ve tepkisellikten bütün olaylara akılsız ve bilimsiz bakanlardan da çok yorulduğum bir zamanda…
“Kendisine kornasıyla dikkatleri çektikten sonra elinde teyple arabasından köy meydanına inen Alamancının son versiyonusunuz! Ceketiniz güzelmiş!” demeden edemedim. Kibrini sevdiğim. Kendine mal ettiği bu kibri görmeyip hep bizde bir kompleks olduğu muhtemel iddiasını da sevdiğim hey…
Sonra her hafta bir konuyu ele almaya çalıştığım şahsıma ait youtube kanalımda Maun suresinde hiçbir değerler sistemine inancı olmayanla, dine inandığını iddia ettiği halde sadece şov yapanları eleştiren söylemimden dolayı “Maun suresi şu günlerde tehlikeli!” diyen dostumu düşündüm. En ufak bir yardımı bile yapamayacak kadar bencilleşen bir tipolojiyi, yoksulluk için mücadele etmeyen duyarsız, şımarık bir insan yapısını yeriyordu sure. Çekimleri önceden, yani “Biz bize yeteriz” yardım çağrısı ve tepkilerinin olmadığı günlerde yapmıştık. Videoyu seyreden fakat birbirinden farklı düşünenlerin mesajlarına baktığımda genel manzara enteresandı. Öyle ki; herkes doğruyu başkası için duymaya çalışıyordu. Kendisi için değil. Öyle ya hepimiz, herhangi bir metni, o metindeki erdemlilik mesajını evvel emirde kendimiz için dinlemeliydik. Kulak bizim, gönül bizim, hayat bizimdi. Ne var ki hemen herkes kendi algısının kurucu metnini de, karşıdakinin metnini de, yani nerde ne kadar doğru varsa onu karşıdaki için anlama eğilimindeydi. Yani doğruları üzerine alınma diye bir şey yoktu. Apar topar üzerinden atma vardı. Kimse ne kendinin, ne başkasının eğrilerini de üstüne kondurmuyordu. Herkes kendi çamurunu dahi karşıdakine sıçratıyor, bütün doğruları da yine başkasının, ötekinin üstüne, balkonuna, penceresine silkiyordu.
Doğrular havada kalıyor. Doğrular hayattan ya çok yükseğe kaldırılıyor. Gökyüzünün görünmez raflarına… Ya da dipsiz bir kuyuya doğru biteviye düşürülüyor… Du!
O yüzden geçenlerde “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak…” diyenlerin aksine “Her şey eskisi gibi olacak.” Demiştim. Sadece bir süreliğine teyakkuzda olacağız. Bir süreliğine doğruları çaya-kahveye çağıracağız. Özledik sizi diyeceğiz. İhmal ettik. Normal, sürgit konforlarımıza, alışkanlıklarımızı sürdürebilir bir çizgimize kavuşur kavuşmaz da yeniden yalanlarımıza sarılacağız.
Görün bakın. Yalanlar bizden azcık dinlensin hele. Yalanlarımızın yüzü-gözü yanağında kalmış öpücük tükürüğümüz kurusun biraz. Nasıl sarılacağız onlara…