Her ev bir mescit!
Kur’an-ı Kerim’de Hz. Musa (a.s.) ve kardeşi Harun (a.s.)’a, Mısır’da İsrailoğulları için içerisinde ibadet edebilecekleri evler yapmalarının vahyedildiği belirtilir:
“Musa’ya
ve kardeşine; ‘Kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın, evlerinizi namazgâh
yapın ve namazı hakkıyla eda edin! Ve (ey Musa! Evini bu hale getiren)
müminleri müjdele!’ diye vahyettik.” (Yunus 87)
Rabbimiz müminlere evler edinmeyi, evleri birer namazgâh
haline çevirmeyi, kendisine kulluğa tahsis edilmiş mescitler haline getirmeyi,
orada Müslümanca bir hayat yaşamayı emrediyor.
Günümüzde ailenin “ekonomi
ve haz odaklı” olduğu gerçeğinden hareketle “ibadet odaklı aile”ye geçmeyi ciddi mânâda düşünmemiz gerekiyor.
Ancak böylece hâkim kültürün yıkıcı etkisinden kurtulup Allah Tealâ’nın ve
Peygamberi (s.a.v.)’in emir ve tavsiyeleri doğrultusunda bir hayat yaşamayı
mümkün kılabiliriz.
Ancak bu hususta niyet ve gayretin neticesi olarak aile fertlerimiz
sadece Allah Tealâ’nın kıblesine yönelecek, sadece O’nun yoluna girecek, sadece
O’nun hoşnutluğunu isteyecektir. Ancak niyet ve gayretle evlerimizi, Ayet-i
kerimede belirtildiği üzere mescit yapmak mümkün.
İşte evlerini bu hale getiren müminler müjdelenmiştir.
O’nun Evi
Acaba âlemlere rahmet olarak gönderilen o kutlu Peygamber
(s.a.v.)’in evi ailesi nasıl tasvir edilebilir, neler söylenebilir?
O mübarek hane, yeryüzünün en muhabbetli hanesi idi.
Geçmiş ve gelecek bütün evlerin en samimisi, en huzurlusu
idi.
O mübarek hane nübüvvet evi idi. Meleklerin sık sık
ziyaret ettiği, Cibril-i Emin’in vahiy getirdiği ev idi.
Sakinleri Allah Tealâ’nın tertemiz kıldığı Ehl-i Beyt
idi. Hanımları müminlerin anneleri ve cennet kadınlarının hanımefendileri idi.
Zira Allah Rasulü (s.a.v.) zarafet, merhamet, şefkat,
muhabbet timsali idi.
“Andolsun, size
kendi içinizden öyle bir peygamber geldi ki, gayet izzetlidir, sizin sıkıntıya
düşmeniz ona çok ağır gelir. O size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatli ve
merhametlidir.” (Tevbe 128)
Nefsimiz, Keyfimiz
ve Gerçeğimiz
Efendimiz (s.a.v.) dünyaya ilgilerini şöyle ifade
buyurdular:
“Benim,
dünya ile ilgim, yolunda giderken bir ağaca rastlayan, öğle vakti dinlenmek
için o ağacın gölgesine sığınan, sonra yine yoluna devam eden bir yolcunun
ilgisi gibidir.”
O zevk ve keyif içinde yaşamaktan hoşlanmazdı. Esas
vazifeyi ihmale sebep olması bakımından, başkalarını da zevklere dalmaktan men
ederdi.
Nefsimiz keyfini konforunu, zevkü safayı talep ederken,
ruhumuz başka bir şeyi, ötelerin iklimini istiyor. Bedenin keyfi onu mutlu
etmiyor. Bunca oyalanmaya rağmen huzur bulmuyor. İnsanlık depresyonda. Anlam
kaybı, boşluk ve tatminsizlik hemen herkesin başının derdi. Psikiyatrisler,
psikologlar “müşteriye” yetişemiyor.
Huzur el
genişliğinde değil, gönül genişliğinde!
Efendimiz (s.a.v.)’in ev ve aile örnekliğinden payımıza
düşenlere dönersek:
O’nun terbiyesi altında bulunan annelerimiz yani ezvâc-ı
mutahharât, asıl yatırımı bizim gibi bitmez tükenmez taksitlerle eve eşyaya değil,
ebedi yurt olan cennete yapıyorlardı. Bu, bütün sahabi efendilerimizin hayat
tarzı idi.
Onlar dünyayı kalıcı bir yuva olarak görmemiş, aksine
burada bir yolcu olduklarını asla unutmamışlardır. Asıl mutluluğun ahiret
evinde olduğunu, dünya evinde ise bu mutluluktan bir hissenin ancak aile
efradımızla ibadet ve zikir ile olabileceğini yaşayarak ispat etmişlerdir.
İnsanın
tek gayesi dünya, tek hedefi zenginlik olunca, sabrı da şükrü de unutur.
Günümüzde olan da budur. Bugün maddi sıkıntıların evlerdeki huzuru mahvetmesi,
mutluluğun eşyada, konforda aranıyor olmasından kaynaklanır.
Pek çok kişi çocukluğunda fakir bir aile içinde yaşadığı
tadı arar; yokluğa rağmen anne babasının nasıl huzurlu olduğunu hatırlar. Demek ki huzur ve mutluluğun elin geniş
olması ile ilgisi yok, gönlün geniş olması ile ilgisi var. Gönül genişliği
ise maddi sıkıntı ve dertlere sabredip Allah Tealâ’nın takdir ettiği mevcut
nimetlere şükretmek, sabırlı ve kanaatkâr olmak demek.
Allah Tealâ’nın verdiği nimetleri O’nun rızası
doğrultusunda kullanmak, bu nimetlerin kulluk yapmak için verildiğini bilmek
gerekir. Zenginlik şükür ve çok infak gerektiren gerektiren, fakirlik ise sabır
ve rıza gerektiren bir imtihandır.
Esas olan, hangi halde olursak olalım, kul olduğumuzu
unutmamak, yüzümüzü daima Rabbimiz’e dönmek ve ibadetlere devam etmektir. Günah
ve isyan içimizi zehirleyen, huzurumuzu bozan ve boğan birer karanlıktır. En
küçük bir sıkıntıda bile isyan bayrağını çekmek, günah ve haramlarda keyif
aramak evlerin huzurunu ve mutluluğunu yıkan zulümdür. Önce kendimize, sonra
eşimize çocuğumuza zulüm!”
(Siraceddin Önlüer/
Semerkand Dergisi)
Biz Ne Hallerdeyiz!
Politikanın, işimiz gereği dolaşmak mecburiyetinde
kaldığımız karanlık odalarından kurtulabildiğimiz vakitlerde, kalbimizdeki kiri
pası atmaya çalışıyoruz.
Siraceddin
Önlüer gibi
mütefekkirlerin yazıları da bize yardımcı oluyor.
Bu sabah, ailelerimizdeki sarsıntılar üzerine tefekkür
ederken, karşıma yukarıda geniş özetini verdiğim makale çıktı.
Mütefekkir Önlüer’in Makalesi’nin başlığı “Aile Meselemiz” idi, ben, “Her ev bir mescit”i tercih ettim.
Kur’an ve Sünnet’e değil de, nefsimize uygun ev hayatı,
bizi yiyor bitiriyor.
İş hayatımız da böyle; “çağın gereği” diyerek, “demokrasinin
gereği” diyerek, “dünya gerçekleri,
reel-politik” diyerek…
“Ne
olacak canım, sonuçta iş arkadaşım, bunda ne kötülük var ki?” diyerek kılıflar
hazırlıyor…
Sonra da o kılıfların içinde kaybolup gidiyoruz!..
“Her ev
bir mescit!”
Buradan başlasak işe…
Ve, iş yerlerimizi de…
“Kur’an
ve Sünnet’e göre” şekillendirmeye
gayret etsek…
*
-Bu devirde bunu yapamayız!..
-Gayret
de mi edemeyiz?
-Mesela?
-Evlerimizi
birer Mescid’e dönüştüremez miyiz?