Her düşüş, bir yükselişe gebedir
Her zilletin elbette bir izzet var içinde
Seyr et Çeh-i Ken’ân’ı ne devlet var içinde
Muhterem Hayati İnanç Bey' in Şeyh Galib'den aktardığı şaheser iki mısra.
Ben bu iki mısrayı şöyle özetliyorum;
"Her düşüş, bir yükseliş'e gebedir.”
Kenan Kuyusu'ndaki Yusuf'a bak, kuyuya düşmek, atılmak, Yusuf'u Mısır'a Sultan yaptı.
Hayat mücadelesi veren gençlerimize, zor anlarında “Deniz Feneri” olacak, ufuklar açacak, metanetlerini, sebatlarını, gayretlerini artıracak müthiş bir felsefe.
Alman İslam Araştırmacısı, İranolog Annemarie Schimmel Hanımefendi, Türk Edebiyatı Dergisinde yayınlanan bir söyleşisinde; "Siz Türklere şaşıyorum, 500-600 kelime öğrenmekten kaçınarak Divan Edebiyatı gibi muhteşem bir hazineye sırtınız dönüyorsunuz” demişti.
Annemarie Schimmel; Almanca, İngilizce, Türkçe, Arapça, Farsça, Urduca, Sindçe biliyordu.
***
“Mücahid” mi? “Devrimci” mi?
İslami kesimden bir gazetemizin haberi şöyle:
"Türkiye’deki mülteci çocukları konu alan filmi ‘Bırakma Beni’ Oscar aday adayı olan Bosnalı yönetmen Aida Begic: Başı örtülü bir yönetmen insanlara ilginç geliyor. Bazıları ‘Başını kapatacaksan evde otur’ bile dedi. Başarıya giden yolda başı örtülüleri temsilen kendimi öncü gibi görüyorum. Ciddi bir aktivistim, demiş....
Gazete haber ve yorumuna şöyle devam ediyor:
"Erkek egemen sinema sektöründe kadın olmak zordur ama Bosnalı yönetmen ve senarist Aida Begic tam bir devrimci.”
Müslümanlar vaktiyle kendilerini “Mücahid" olarak vasfeder, “Mücahid” olmakla övünürlerdi. Mesela, rahmetli şehit Metin Yüksel, “Mücahid” olarak anılırdı, rahmetliye “devrimci” demek kimsenin aklının ucundan geçmezdi.
“Devrimci” sıfatını, ateist, komünist, anarşist kesimler tercih ederlerdi.
Yeni jenerasyon dindarların hayal dünyalarını, “Müslüman Kahramanlar” yerine, zannedersem "Che Guevara"lar süslüyor ki, kendilerine “devrimci” sıfatını münasip görüyor, Marksist terminoloji ile vasıflanıyorlar.
***
Tam 39 yıl sonra...
Tam 39 yıl önce taze hekim olarak ilk kez Erzincan’ın Tercan ilçesinde göreve başlamıştım. Birkaç gün önce Tercan'a tekrar gittim.
Uzun aradan sonra Aksaray, Nevşehir, Kayseri, Sivas'ı, 39 yıl sonra da Erzincan, Tercan ve Erzurum'u gördüm.
Yol boyunca hiç çatısız ev görmedim. Hiç elektriksiz köy görmedim. Bütün köy evleri betonarmeydi. Zamanın kerpiç ve taş evleri tarih olmuşlardı.
Geçen sene İsviçre Alplerine gitmiştim. Bu güzergahtaki köylerimizin İsviçre'nin köylerinden nerdeyse çok farkları kalmamış.
Bütün güzergah boyunca çok sayıda devasa hayvan çiftlikleri gördüm.
Aksaray’dan Sivas’a kadar tarlalara, ilk kez Finlandiya'da görüp imrendiğim, paketlenmiş saman-ot balyaları istiflenmişti. Şu farkla; hacim olarak bizimkilerin yanında Finlandiya’dakiler minyatür gibiydi.
40 yıl önce Tercan’a tabiatın tadını çıkara çıkara, her taşı, her ırmağı, her ağacı dolana dolana gitmiş tabiatın tadına varmıştım. Fırat öylesine çağlayarak akıyordu ki, otobüsün sesi duyulmuyordu. Otobüsün önünden bir ayı, bir müddet sonra da kurt geçmişti.
Bu kez, 1000 km boyunca yollar uçak pisti gibiydi, araziyi adeta uçarak geçiyorsunuz. Yol tabiatla bağlantınıza, yakınlaşmanıza fırsat vermiyor.
Sivas, Erzincan, Erzurum cıvıl cıvıl, pırıl pırıl canlı, bakımlı şehirler. Belediyeler çok iyi çalışmış.
Tek sorun otopark. Belediyeler otopark konusunda çaresiz kalmışlar. Otoparkın sorun olması bir anlamda vatandaşın alım gücünü yansıtıyor. Ancak otopark acilen sorun olmaktan çıkarılmalı.
Yol boyu tarlalarda tek poşet görmedim, diyebilirim. Bu benim gelişmişlik ölçüm. Bu bakımdan yöre insanlarımızı tebrik ediyorum.
Tercan'a, modern, şık, pırıl pırıl, eskisine oranla devasa bir hastane yapılmış.
Ben 39 yıl önce gittiğimde o zamanki hastanenin memur odaları haricinde ışıkları yanmıyordu. Kişisel gayretimle ampul alınıp, eksikler tamamlanıp aydınlanma sorunu çözülmüş, bir miktar hasta da yatırmıştık.
O zamanlar, elektrik sık sık kesildiğinden aşıların bozulmaması için buzdolapları tüp gazla çalıştırılıyordu.
Bu kez Tercan'da konutlara doğalgaz bağlanmakta olduğunu gördüm.