Her dem her yerde davet
Resulullah'ın (sav) 200 000
sahabesinden (Radiyallahu anhum) sadece 12 000’i Haremeyn’de medfun. % 6. Diğer
% 90-96’sı sadece Allah’ın (cc) dinini daha geniş kitlelere ulaştırabilmek için
davet ve tebliğe/hayır yarışına devam etmişler. Hâlbuki onlar: “Elhamdulillah
Arap yarımadasını tüm cahiliye kirlerinden temizledik, İslam devletini kurduk,
bundan sonrasını torunlarımız düşünsün diyebilirlerdi. Ama öyle demediler.
Birçoğu ilerlemiş yaşlarına rağmen hizmet yarışına devam ettiler, kıtalar
fethettiler.
Anadolu onlar zamanında fetholundu.
Ebu Eyyub el Ensarî ve 4 sahabe daha İstanbul’da medfun, Diyarbakır da yalnız
sur içinde 27 sahabe medfun. Bölgede medfun olan sahabe sayısı, 1140 küsur
olarak ifade ediliyor. Ukkaşe bin Mihsan Gaziantep’te, Sa’d bin ebi Vakkas
Adıyaman da medfun… Ya da fetihlere geldikleri esnada ki konaklama makamları
var. Bu bölgelerde de doğal olarak medfun olan, ama mezarları bilinmeyen, kim
bilir kaç sahabe vardır.
Allah’ın (cc) dini uğruna
dünyanın dört bir yanına dağılan takriben 188 000 sahabeden mezarı belli
olanlar birkaç bin bile değil. Ne gam… Onların Allah (cc) katındaki makamları
ve müminlerin yüreğindeki tahtları belli… Buradaki mezar değil, makam bile
krallık olsa hepsi geçici değil mi? Önemli olan ebedi âlemdeki makam ve ebedi
saadet olan cennettir.
Onlar soğuk sıcak, yaz kış, uzak
yakın demeyip deve, at, merkep sırtında, hatta yürüyerek, binlerce kilometre
mesafeler katlettiler. Bu seyahatler, turistik gezi değildi, maişet derdi veya
çıkar menfaat falan da değildi. Onların tek dertleri, Allah (cc) ın dinini daha
geniş kitlelere iletmek… Daha çok insanın; cehalet, şirk ve küfürden
kurtulmasına vesile olmaktı…
Bu hasbilik, ihlas, azim ve fedakârlık
sebebiyledir ki, İslam kısa zamanda dünyanın dört bir yanına yayıldı. Kıtalar
ötesine tevhit sancağı dikildi. Çinin en doğu uç noktasına bizzat sahabeler
ulaşıp İslam’a davet ettiler. Hala o noktalarda inşa edilen sahabe camii vb. İslam
mabetleri var. Onlar o imkânsızlıklar içerisinde bin bir zorlukla dünyanın her
yanına İslam’ı taşıdılar. Bizler komşumuza akrabamıza, arkadaşımıza hatta bazen
evimizin içerisinde bulunan kendi çocuğumuza İslam’ı anlatamıyoruz.
Yedi aydır, kaderi ilahinin
sevkiyle hizmet kervanının bir neferi olarak Almanya’dayız. 1950’lerde Avrupa’ya
işgücü göçüyle gitmiş, sonra oraya yerleşmiş bulunan üç buçuk milyon Türk, bir
o kadar da değişik İslam ülkelerinden Müslümanlara ve özellikle onların genç
nesillerine İslam’ı öğretmek, cami hizmetleri ve diğer İslami ve insani
hizmetler için…
Yıllarca süren boşluktan sonra
diyanet işleri ve diğer ilgili kuruluşlar, vakıf, cemaat, cemiyet, özel ve
tüzel kişiliklerin bu girişimleri, elbette takdire şayandır. Zararın neresinden
dönülse kardır hesabı… Kaldı ki şu an yapılmakta olanlara rağmen çok ciddi
manada boşluklar var. Dolayısıyla eli, soluğu ve imkânı yeten Müslümanların bu
konuya kafa yormaları gerekiyor.
Ancak şunu da itiraf edelim ki,
nice görevli arkadaşlar, buradaki maaşlarına ek maaş verilmese, bu gurbet
yolculuğuna çıkarlar mı? Zor… Tüm masraflar devlet tarafından karşılanıyor.
Artı maaş veriliyor ki görevli kardeşlerimizden bir kısmı, buna katlanıyor.
Gidiş gelişler, uçak vb. son teknoloji ürünü vasıtalarla… Sıcakta klima,
soğukta kalorifer… İletişim, ulaşım, imkânlar, fırsatlar vs.
Eğer Sahabelerin çektikleri zorluk
ve zahmetlerle iç içe olsaydık, kaçta kaçımız bu fedakârlığı yapardık. Tabi bu
din sadece hocaların, müftülerin, vaazların dini değil. Her Müslüman, ölünceye
kadar bildiklerinin hocası, bilmediklerinin talebesidir. Yani hem bildiklerini
öğretmeye çalışırken, diğer taraftan bilmediklerini de öğrenmeye çalışmakla
görevlidir. Bu görev ihtiyari ve tercihe bırakılmış da değil. Her mümin kelime-i
şehadet getirmekle, ister istemez bu mukaddes yükü yüklenmiş olmaktadır…
Allah (cc) şöyle buyuruyor: “Siz, insanların iyiliği için ortaya
çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve
Allah'a inanırsınız.” (Âli İmran 3/11O) Resûlullah (sav) şöyle buyurur: "Allah’a
yemin ederim ki, senin sayende Allah’ın bir tek kişiye hidayet vermesi senin
için, kırmızı develerin olmasından (bir
rivayette de dünya ve içindeki her şeyden) daha hayırlıdır.” (Buhari 7/3468, Müslim 2406/34)
“sizden kim bir kötülüğü görürse, eliyle
düzeltsin. Eliyle yapamazsa, diliyle düzeltsin. Bunu da yapamazsa kalbîyle
buğzetsin ki bu da imanın en zayıf derecesidir. (Müslim, Ebu Davud,
Tirmizi.) "Nefsimi kudret elinde tutan Zat'a kasem olsun, ya iyiliği emreder
ve kötülükten de sakındırırsınız veya Allah'ın katından umumî bir belâ
göndermesi yakındır. O zaman dua etseniz de duanız kabul edilmez. (Tirmizi)
Şimdi, kaçta kaçımız bu gerçeğin
farkındayız. Sadece başka diyarlar değil, her birimiz bulunduğumuz yerlerde bu
görevimizi yerine getiriyor muyuz? Kendi aile efradımız, en yakın
akrabalarımız, komşu, arkadaş ve yakınlarımıza İslam’ı anlatmanın hakkını
veriyor muyuz? İmanın gereği olan davet görevimizi nasıl ve ne kadar yerine
getiriyoruz? İtiraf ediyoruz ki çok eksiğimiz var… Hele temsil konusu… Yani
davranışlarımızla örnek olarak İslam’ı lisanı halimizle İslam’ı anlatmak…
Subhaneke... Bihamdike... Esteğfiruke...