Dolar (USD)
35.18
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2966.40
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Her daim genç bir yazar ve düşünür olarak gül yetiştiren adam: Rasim Özdenören

Rasim Özdenören hocamı ilk defa Maraş’ta beraber bulunduğumuz bir edebiyat programında yakından tanımak nasip oldu. Öykü ve denemelerinden tanıdığımız Üstat tıpkı yazılarındaki dinçlik, canlılık ve coşku ile konuşuyor, etrafındaki herkes onu dikkatle dinliyordu. Ilık bir Maraş akşamında, gelinciklerin açmaya başladığı bahar rüzgârlarının nazlı nazlı estiği zamanlarda birçok yazarı da ilk defa yakından tanıyordum. Ama beraber olarak bulunduğumuz bir mecliste akşam yemekleri yenmiş, serin, yorgun, tenha zamanların arkasından, dost meclislerine has samimi havanın tılsımlı sıcaklığında muhabbet demi koyulaşmış, herkes sohbete dalmıştı.

Benim hemen yanımda Üstat Rasim Özdenören hocam vardı. Coşkulu ve büyük bir heyecanla anlatıyordu. Okul hayatını anlatıyordu. Öyle ki hafızası beni hayrete düşürmüştü. Öylesine ayrıntılarla anlatıyordu ki tarihleri, isimleri bir bir sayıyordu bize. Âşık Veysel’in okullarına gelmesinden, onu dinlemelerinden bahsetmişti.

Okuduğu yıllardaki arayışlarını, kasaba ortamını, ailesini anlatırken, Üstatla aramda bir özdeşim kurdum. O da tıpkı benim gibi arayışların eşiğinden geçerek İslami bir düşünceye yönelmiş tüm bunlar düşünce yapısına ve eserlerine yansımıştı. Ilık esen rüzgârlar eşliğinde, şimdi hatırlayamayacağım Maraş’ın güzide bir mekânında, sanki masal büyüsü gibi bir anlatı içinde Üstadın anlattıkları ile kendi yaşantımı özleştirmiş ortak anılar bulmuştum sanki.

Sonrasında lise yıllarındaki dostluklarından, beraber oldukları dostlarından bahsediyor Üstat. Dergi çıkarma zamanlarından, Kara Lise zamanlarından. Kitaplarını okuduğum bir yazarı yakından tanımak beni nasıl da mutlu ediyor. Tıpkı yazdıkları gibi diyorum. Yazdıkları gibi, kelimeleri, konuşması, heyecanı nasıl da coşkulu nasılda yürekten ve candan.

Rasim Özdenören her daim genç bir kalemdir benim nazarımda. “Gül Yetiştiren Adam” romanından bu güne kadar yazdığı tüm eserlerinde görmeniz mümkündür bu gençlik kalemini ve tarzını. Son dönemlere ait “Toz”, “Hışırtı”, “Uyumsuzlar”, “İmkansız Öyküler” gibi öykü kitaplarında, “Kuyu” gibi derinlikli, psikolojik dokunuşlarla, sorgulamalarla yazdığı uzun öykü kitabında onun dilinin diriliğini, coşkusunu ve dinamizmini hissedersiniz.

“Biz, edebiyatı, amacı kendinden ibaret kalan bir çalışma alanı olarak görmüyoruz. Tarihte hiçbir uygarlık, ilkin bir edebiyat hazırlığı geçirmeden, kelâm eğitimini tamamlamadan, yani düşünce söze, söz de eyleme dönüşmeden, var olma ortamına kavuşmamıştır. Her uygarlık kendi değer yargılarının, erdem anlayışının ilkin yerleşmesini, sonra da yayılmasını ve yaygınlaşmasını edebiyatın aracılığına borçludur” diyecektir Yediiklim Dergisi’nde yayınlanmış bir söyleşinde adeta manifesto gibi…

İlk olarak öykü yazarı olarak bilinir, ama daha sonra güçlü ve sağlam bir düşünce ekseni etrafında kurduğu deneme kitapları ile okuru kuşatır. Sağlam bir dünya görüşüyle, inandığı değerlere bağlı, içinde yaşadığı toplumun çıkmazlarını ve onulmaz yaralarını keşfeden bir düşünür olarak kaleme alacaktır denemelerini.

Cahit Zarifoğlu ile yaptığı bir röportajdaki ifadeleri ile aslında öykünün satır aralarında da tıpkı denemelerindeki sağlam düşünce yapısını, dünya görüşüne dair ipuçlarını, manevi arayışlarını, sorgulamalarının izini sürmüş oluruz.

“Genellikle bir hikâye yazarının hayâlât ile meşgul olduğu sanılır. Oysa dikkatli bir göz, bizim hikâyelerimizde de, başka ölçüler ve değerlendirmeler içinde, burada yazdıklarımızdan farklı bir şey söylemediğimizi tespit eder sanırım.” diyerek Zarifoğlu ile yaptığı söyleşide öykülerine dair anlamlı ifadelerde bulunacaktır.

Değişip dönüşen içinde yaşadığı toplumda bilinçli ve duyarlı bir düşünce ve sanat insanı olarak; her daim yaşadığı gibi yazmaya çalışan Özdenören, toplumda meydana gelen kültürel, sanatsal her türlü dönüşümü ve değişimi, yozlaşmayı, yitirilmiş değerleri eserlerinde bazen ince bir ironi ile bazen de yoğun sosyolojik ve psikolojik derinlikli tahlillerle anlatmaya çalışır.

Batı kültürünün etkisi ve baskısıyla çaresiz, çıkmazlara sürüklenmiş adeta, kimliksizleştirilerek, manevi değerlerinden koparılmış, travmatik acılarla adeta benliği dumura uğramış boşluktaki bireyi anlatır. Bu anlattığı insanlar; içinde yaşadığı toplumda siyasal, sosyal, dini her türlü yaşantılardan, baskılardan etkilenen ve kendi değerleriyle kimi zaman çatışma yaşayan, kimi zaman arayışlarla günah çukuruna sürüklenen, kimi zaman da içinde bulunduğu onu sarıp kuşatan zalim ve çaresizlik sarmalından kurtulmaya çalışan bireylerdir. Modern insanın toplumda birey olarak var olmaya çalışması ve yitirdikleri, arayışları, uyumsuzlukları, çatışmaları onun temel konusunu oluşturur.

“Çok Sesli Bir Ölüm ”de adeta bireyin bilinçaltına bir kazı çalışması yapar, içinde yaşadığı toplumla, ait olduğu dış dünya ile denge kurmaya çalışan insanın çaresizlikle sarmalanmış trajedisini gözler önüne serer.

Kendi yaşadığı dönemde kendi kuşağına ve kendisinden sonraki kuşağa anlamlı bir izlek oluşturan Özdenören öyküleri ve denemeleri ile bilinçli, duyarlı, şuurlu bir kimlik inşası yapmaya çalışmaktadır aslında. Yazdıkları tüm eserlerde onun İslami duyarlılığını ve bu duyarlılığı hiçbir komplekse kapılmadan yazdığını görürüz. Onun dili hiçbir zaman seküler bir dil değildir. O yazdığını yaşayan, yaşadığı gibi yazan değerlerine bağlı, sağlam bir bilinçle, sağlam bir dünya görüşü ile yazılarını kaleme alan değerli bir öncüdür.

Rasim Özdenören, karamsar, bohem dünyaları anlatmış olsa da öykülerinde, mutlaka bir çıkış yolu vardır. Güdümlü, yol gösteren, örnek şahsiyetlerle yol çizmeye çalışan bir anlayışla yazmaz öykülerini. Tolstoy gibi mesaj ağırlıklı da değildir onda öykü yazmak. Anlatmaya çalıştığı, öykülerinde varolan, eksiği, suçu, günahı, kaygıları, sevdası, aşkı, özverisi, çıkmazları, sorgulamaları ile biredir… Hayatın içinde bireyi tam olarak betimleyebiliyorsa bu zaten kendi başına yeterlidir ona göre.

“Şimdi çıkışı gene o insanlar, o öykülerdeki kahraman olan insanlar bulacak. Benim öykücü olarak öyle bir görevim olduğunu düşünmüyorum. Öyle bir görevim olduğunu düşündüğüm yerde, üslûp da farklılaşıyor, olaylara yaklaşım da farklılaşıyor, kendime göre çareler de öngörebiliyorum. Yani denemelerde yaptığımız budurdiyerek, yazdığı öykülerinin muhtevasını anlatan düşüncelerini bir söyleşide bu şekilde ifade edecektir.

Rasim Özdenören, öykücü ve deneme yazarı olarak iz bırakmış, bu minval üzere izlek oluşturabilecek bir külliyat ortaya koymuş bir sanatçıdır. Ama etkilendiği yazarlar öykücülerden ve deneme yazarlarından ziyade daha çok roman yazarlarıdır. Kendisi ile yapılan bir söyleşi de: “Dostoyevski bana göre büyük bir yazar. Ben bu konuyu ikiye ayırıyorum. Birincisi, beni doğrudan, damardan etkileyen yazarlar. İşte Dostoyevski, Baudelaire bunlardan bazıları.” diyerek etkilendiği yazarları belirtir.

Özdenören, Türk Hikâyeciliğindeki önemli konumu ile arkasından gelen kuşakları ve kendi kuşağını derinden etkileyen öyküler kaleme almıştır. Onun öykülerinde, içinde bulundu toplumla çatışma yaşayan, nefsiyle mücadele eden günaha sürüklenmiş, uyumsuzluk yaşayan pek çok şahsiyet yer almaktadır.

“Tolstoy belki daha ulvidir ama Dostoyevski’nin insanı şah damarından yakalayan yönü vardır. İnsanı bütün açmazlarıyla, çıkmazlarıyla, kendi çelişkileriyle beraber anlatıyor” derken de kendi hikâyesinin ipuçlarını ve izleğini bize göstermiş olur.

Rasim Özdenören bir söyleşisinde kendi öyküsünü tanımlarken; “Yazmayı, aktarmayı, başka hiçbir vasıta ile aktarmayı başaramayacağınız öyle bir şeyle karşı karşıya bulunuyorsunuz ki, orada yalnızca bir tek şey kalıyor elinizde: öykü. Ancak onun dilini kullanarak demek istediğinizi başkasına aktarabiliyorsunuz. Dahası, demek istediğinizin ne olduğunu siz kendiniz de ancak o öyküyü yazarak anlamaya, kavramaya başlıyorsunuz” diyerek bir bakıma kendini, derin duyarlılıklarını, hüznünü, kaygılarını öyküyle yazdığını söylemeye çalışır gibidir.

Rasim Özdenören külliyat halini alan öykü evrenini oluştururken, biçim ve içerik olarak büyük bir ahenk ve denge saylayan eserlere imzasını atmıştır. Klasik hikâyenin sınırlarını zorlayarak kendine ait özgün üslubu ile kurguda ve tahkiyede yenilikler yapma noktasında cesur açılımlar yapmış, bilinçakışını öykülerinde yoğun bir şekilde kullanarak adeta bir açılım oluşturmuştur yeni kuşaklara.

“Hastalar ve Işıklar” ın son öykülerinde aile konusuna yer verirken yine, aile konusunu arka arkaya yakın yıllarda neşredilmiş olan, “Çözülme” (1973), “Çok Sesli Ölüm” (1974), “Çarpılmışlar” (1977) kitaplarının başat konusudur adeta. Aile içi ilişkiler, açmazlar, iletişimsizlikler ve uyumsuzluklar onun öykülerinin konuları arasındadır.

1980 sonrası yayınlanan kitaplarına baktığımızda, “Denize Açılan Kapı” (1983) ile Özdenören’in öykü evreni farklı arayışların eşiğine gelmiş gibidir. “Denize Açılan Kapı” nın da içinde olduğu, yazarın 1980’den 2000’e uzanan dönemde yazdığı “Kuyu” (1999) ve “Ansızın Yola Çıkmak” (2000) kitapları; adeta insanın iç dünyasına doğru derinlikli bir yolculuğa çıkar. Bireyin manevi arayışlarını, gizil ve örtülü bir anlatımla ifşa etmeden hassas bir dille okura aktarırken, insanın nefsiyle mücadelesinin hikâyesini anlamaya çalışır gibidir. Bu “Kuyu” öykü kitabında yoğunluklu bir halde verilirken aslında, Yusuf Peygamber’e de bir gönderme yapılır.

Rasim Özdenören'in genç ve dinamik, heyecan yüklü kalemi yaşı ilerlese de aynı ivme ile devam eder. Onun öykülerindeki arayışlar hiç bitmez, genç zihinlerden ve bedenlerden beklenen öyküler onun gençlik aşısı vurulmuş etkili kaleminden akıp durur. 2000’lerin hemen başında yayınlanan iki öykü kitabıyla mezkûr yıllarda yazarın yoğunlaştığı diğer kitaplarından farklı olarak yazmaya çalıştığı temalar olduğunu görürüz. “Hışırtı” (2000) ve “Toz” (2002) öykü kitaplarında daha çok kadın kahramanlar öne çıkar. Yazar şehrin içinde kaybolmuş, nice arayışlar ve çatışmalarla, yoksunluklarla hayata tutunmaya çalışan kadınların mutsuzluklarını, arayışlarını konu eder. .

Beni derinden etkileyen Kuyu aslında tek bir uzun hikâye kitabı olarak yazılmıştır. “Kuyu” ve diğer öykü kitapları ile aslında nitelikli bir edebiyat okuruna hitap eder yazar. Felsefi derinlikte ve derinlikli, ara ara bilinçakışı ile yazdığı öykülerinde ruhun girdaplarına doğru kıldan ince kılıçtan keskince bir yolculuğa çıkarır okuru. Onun okuru çıtası yüksek, seçkin bir okurdur bir bakıma.

Ve ansızın bir soru ile de sarsar okuru, “Kuyu” da olduğu gibi: “Söyle bakalım, ahbap, dedi, şimdi biz kuyunun içinde miyiz, dışında mıyız?” Başka öykülerinde de yer alan melankolik hal, karamsar duruş, arayış halinde olma Yusuf’un şahsında da göze çarpar. Ayrıca Özdenören bu öyküde anlaşıldığı gibi cesur bir şekilde cinselliği kendi mahrem sınırları içinde anlatır. Aşk ve cinsellik onun öykülerinin rahatlıkla konusu olabilir. Öykü kahramanı Yusuf da diğer kahramanlar gibi kendinden kendine kaçmaya çalışır. “O şimdi kendinden kaçmaya çalışıyordu. Nasıl başarabilirdi bunu? Böyle bir şey yapabilir miydi? Aslında kendinden kaçmak isteye isteye buraya, bu, şimdi neresi olduğunu bilmediği yere gelmiş değil miydi?” Cesur yaklaşımlarla, aslında yazar cinsellikle ilgili aşkla ve ihtirasla ilgili ipuçları verir okura. Farklı pencerelerden bakar veya tekdüze yaşayan, kendince yasakları ve sınırları olan, belli dünya görüşü içine sıkışıp kalmış okuru farklı yaşayışları olan insanların sancılarına, arayışlarına, suçlarına, çatışmalarına taşıyarak aslında vorolan, her anlamda günah ve sevap arasında, ahsen - î takvimle, esfel – î sâfilin arasında git - geller yaşayan insana doğru okuru sürükler. Okurun bir anlamda kendi ile yüzleşmesini sağlar. Gizil hallerinin üzerinden örtülerin kaldırıp, tüm çıplaklığı ile dürtülerini, nefsini, onu aşağılara çeken tüm zayıf yönlerini ortaya döker. Bunu da tarafsız ve objektif bir şekilde hayatın çıplak ve acımasız gerçekliğinde ortaya serer. İnsanın merkezde nefsini, onunla mücadelesini anlatırken asıl, iç çatışmalarını da anlamaya çalışır aslında.

“Nefs terk edilebilir mi? Bir de, demiyorlar mıydı ki, insan nefsiyle güzeldir ve o, nefsiyle sevilir. Vay canına! Gene açmaza giriyor. Nefsini hem terk etmesi gerekiyor, hem onu yüklenmesi, öyle mi?” diye sorar “Kuyu” kitabında.

Özdenören, ilk dönem yazdığı öykülerinde arayışların eşiğinde adeta dağılmış ruh halleri ile manevi yoksunluklar yüzünden girdaplara sürüklenmiş insanı anlatır. Çözülmelere sürüklenen ruh halleri ile kendi kendileri ile yüzleşen, çatışan, adeta duygularına mukavemet edemeyen kahramanlar vardır. Bu kahramanlar büyük bir çözülmenin eşiğindedirler her daim. Bir yardım eli bekleyen, kurtuluş arayan, nefsinin kurbanı olmuş, artık kuyunun dibinde olan Yusuf da bu kahramanlardan birisidir. İşte “Denize Açılan Kapı” tüm bu girdaplara girmiş, sancılar içinde arayışlar içinde kıvranan kahramanlara adeta bir kapı aralar, bir el uzatır gibidir.

Rasim Özdenören yaşadığı çağa ayna tutar adeta… Sorumlu bir kalem olarak yazdığı öykülerinde daha çok toplum içinde yalnızlaşan bireyin çıkmazları, kendi ve çevresi ile mücadelesi vardır. Ekonomik ve sosyal durumlar sebebiyle yaşanan çıkmazlar, çözülmeler onun konuları olabilir. Yine yaşadığı topluma bir başkaldırı, yabancılaşma öykülerinin ana temasını oluştururken, manevi arayışlarla ölüm teması, metafizik ürpertilerin verdiği duyarlılıkla tasavvufa doğru bir ince yolculuk öykülerinde yer eder. Özdenörenin öykülerinde daha önce de belirttiğimiz gibi, aile yapıları, aile içindeki bireylerin davranışları aşikâr bir halde onların ruh dünyalarının adeta ifşası olarak anlatılır… Anneler hep fedakârdır, baba evin direği, korkulan, sakınılan otoriter bir kale gibidir. Anadolu ailesinin tipik örnekleri, baskıcı tutumu, yeri geldiğinde korunaklı hali çatışma ekseninde okuyucuya sunulur.

İki yıl önce Ankara’ya bir program için gittiğimde Üstadı ziyaret etmek nasip oldu. Bana yol arkadaşlığı yapan, Betül Şatır’la birlikte Ankara’nın soğuk ve resmi çehresini sıcacık bir dost yüreği gibi kuşatan bir güzel insanın kapısına gelmiştik, elimizde bir demet çiçekle. Ayşe Hanım bizi büyük bir nezaketle karşılamış, hocamla kısa süreli de olsa sohbet etme fırsatı bulmuştuk.

O zaman kapaklarını kendim resmettiğim kitaplarımı hediye ettiğimde onları dikkatlice incelemiş bizi yüreklendirmişti. Tıpkı yıllar önce Maraş’ta beraber sohbet ettiğimiz serin bir bahar akşamının coşkunluğunda konuşmuş daha çok rahmetli Alâeddin Özdenören’ den bahsetmişti hocamız. Çocukluklarından, “sen Alâeddin’in kardeşi misin?” diye soran çarşı, pazar esnafından, daha çok onu tanımalarından, Munzur Çayı’ndan bahsetmişti. Yine hafızası her zamanki gibi muhteşem, her şeyi tarihiyle yeriyle nasıl da güzel anlatıyordu.

Rasim Özdenören gerek öykü evreni ile gerekse düşünce dünyamıza ufuk açan, yol olan, sağlam bakış açısı ve medeniyet tasavvuru noktasında güçlü referanslarla bu toprağın sesi olabilecek duyarlılıkta yazılmış deneme ve öykü kitapları ile ağır yükler omuzlamış bir düşünür ve sanatçı olarak yerini almış ender bir şahsiyettir. Onu tanımış olmak, onun söz meclisinde bulunmak bizim için büyük bir onurdur.

Dileğim odur ki, bizim önümüzden yürüyen Mavera ırmağının coşkun akışını edebiyat ırmağı ile bütünleyen, mümbit edebiyatçılar yurdu Maraş’ın güzide şair ve yazarlarından olan… Necip Fazıl, Nuri Pakdil, Cahit Zarifoğlu, Alâeddin Özdenören, Erdem Beyazıt, Akif İnan, Ali Kutlay ve pek çok yetişmiş öncü yazar ve şairin bir değerli hatırası gibi bizim dünyamızda nefes alıp veren Rasim Hoca’ma Rabbim hayırlı uzun ömür versin.

Rasim Özdenören, gazete yazılarından, öykücülüğüne, deneme ve eleştiri yazılarından ve pek çok konuda verdiği eserlerinden ziyade bu toprakların düşünce dünyasında, içinde yaşadığı toplumun çıkmazlarına adeta ses olmuş bir düşünürdür. Onun eserleri insanımızın, Batı karşısında düştüğü bunalımlı kimlik arayışına, tüm çatışmalarına anlamlı bir ayna olmuş, onurlu ve erdemli bir duruş sergilemiştir. (Fiyaka Dergisi)