Her daim genç bir yazar ve düşünür olarak gül yetiştiren adam: Rasim Özdenören
Rasim Özdenören hocamı ilk defa Maraş’ta beraber
bulunduğumuz bir edebiyat programında yakından tanımak nasip oldu. Öykü ve
denemelerinden tanıdığımız Üstat tıpkı yazılarındaki dinçlik, canlılık ve coşku
ile konuşuyor, etrafındaki herkes onu dikkatle dinliyordu. Ilık bir Maraş
akşamında, gelinciklerin açmaya başladığı bahar rüzgârlarının nazlı nazlı
estiği zamanlarda birçok yazarı da ilk defa yakından tanıyordum. Ama beraber olarak bulunduğumuz bir mecliste akşam yemekleri
yenmiş, serin, yorgun, tenha zamanların arkasından, dost meclislerine has
samimi havanın tılsımlı sıcaklığında muhabbet demi koyulaşmış, herkes sohbete
dalmıştı.
Benim hemen yanımda Üstat Rasim Özdenören hocam
vardı. Coşkulu ve büyük bir heyecanla anlatıyordu. Okul hayatını anlatıyordu.
Öyle ki hafızası beni hayrete düşürmüştü. Öylesine ayrıntılarla anlatıyordu ki
tarihleri, isimleri bir bir sayıyordu bize. Âşık Veysel’in okullarına
gelmesinden, onu dinlemelerinden bahsetmişti.
Okuduğu yıllardaki arayışlarını, kasaba ortamını,
ailesini anlatırken, Üstatla aramda bir özdeşim kurdum. O da tıpkı benim gibi
arayışların eşiğinden geçerek İslami bir düşünceye yönelmiş tüm bunlar düşünce
yapısına ve eserlerine yansımıştı. Ilık esen rüzgârlar eşliğinde, şimdi
hatırlayamayacağım Maraş’ın güzide bir mekânında, sanki masal büyüsü gibi bir
anlatı içinde Üstadın anlattıkları ile kendi yaşantımı özleştirmiş ortak anılar
bulmuştum sanki.
Sonrasında lise yıllarındaki dostluklarından,
beraber oldukları dostlarından bahsediyor Üstat. Dergi çıkarma zamanlarından,
Kara Lise zamanlarından. Kitaplarını okuduğum bir yazarı yakından tanımak beni
nasıl da mutlu ediyor. Tıpkı yazdıkları gibi diyorum. Yazdıkları gibi,
kelimeleri, konuşması, heyecanı nasıl da coşkulu nasılda yürekten ve candan.
Rasim Özdenören her daim genç bir kalemdir benim
nazarımda. “Gül Yetiştiren Adam” romanından bu güne kadar yazdığı tüm
eserlerinde görmeniz mümkündür bu gençlik kalemini ve tarzını. Son dönemlere
ait “Toz”, “Hışırtı”, “Uyumsuzlar”,
“İmkansız Öyküler” gibi öykü kitaplarında, “Kuyu” gibi derinlikli, psikolojik
dokunuşlarla, sorgulamalarla yazdığı uzun öykü kitabında onun dilinin
diriliğini, coşkusunu ve dinamizmini hissedersiniz.
“Biz,
edebiyatı, amacı kendinden ibaret kalan bir çalışma alanı olarak görmüyoruz.
Tarihte hiçbir uygarlık, ilkin bir edebiyat hazırlığı geçirmeden, kelâm
eğitimini tamamlamadan, yani düşünce söze, söz de eyleme dönüşmeden, var olma
ortamına kavuşmamıştır. Her uygarlık kendi değer yargılarının, erdem
anlayışının ilkin yerleşmesini, sonra da yayılmasını ve yaygınlaşmasını
edebiyatın aracılığına borçludur” diyecektir Yediiklim Dergisi’nde yayınlanmış bir
söyleşinde adeta manifesto gibi…
İlk olarak öykü yazarı olarak bilinir, ama daha
sonra güçlü ve sağlam bir düşünce ekseni etrafında kurduğu deneme kitapları ile
okuru kuşatır. Sağlam bir dünya görüşüyle, inandığı değerlere bağlı, içinde
yaşadığı toplumun çıkmazlarını ve onulmaz yaralarını keşfeden bir düşünür
olarak kaleme alacaktır denemelerini.
Cahit Zarifoğlu ile yaptığı bir röportajdaki
ifadeleri ile aslında öykünün satır aralarında da tıpkı denemelerindeki sağlam
düşünce yapısını, dünya görüşüne dair ipuçlarını, manevi arayışlarını,
sorgulamalarının izini sürmüş oluruz.
“Genellikle
bir hikâye yazarının hayâlât ile meşgul olduğu sanılır. Oysa dikkatli bir göz,
bizim hikâyelerimizde de, başka ölçüler ve değerlendirmeler içinde, burada
yazdıklarımızdan farklı bir şey söylemediğimizi tespit eder sanırım.”
diyerek Zarifoğlu ile yaptığı söyleşide öykülerine dair anlamlı ifadelerde
bulunacaktır.
Değişip dönüşen içinde yaşadığı toplumda bilinçli ve
duyarlı bir düşünce ve sanat insanı olarak; her daim yaşadığı gibi yazmaya
çalışan Özdenören, toplumda meydana gelen kültürel, sanatsal her türlü dönüşümü
ve değişimi, yozlaşmayı, yitirilmiş değerleri eserlerinde bazen ince bir ironi
ile bazen de yoğun sosyolojik ve psikolojik derinlikli tahlillerle anlatmaya
çalışır.
Batı kültürünün etkisi ve baskısıyla çaresiz,
çıkmazlara sürüklenmiş adeta, kimliksizleştirilerek, manevi değerlerinden
koparılmış, travmatik acılarla adeta benliği dumura uğramış boşluktaki bireyi
anlatır. Bu anlattığı insanlar; içinde yaşadığı toplumda siyasal, sosyal, dini
her türlü yaşantılardan, baskılardan etkilenen ve kendi değerleriyle kimi zaman
çatışma yaşayan, kimi zaman arayışlarla günah çukuruna sürüklenen, kimi zaman
da içinde bulunduğu onu sarıp kuşatan zalim ve çaresizlik sarmalından
kurtulmaya çalışan bireylerdir. Modern insanın toplumda birey olarak var olmaya
çalışması ve yitirdikleri, arayışları, uyumsuzlukları, çatışmaları onun temel
konusunu oluşturur.
“Çok Sesli Bir Ölüm ”de adeta bireyin bilinçaltına
bir kazı çalışması yapar, içinde yaşadığı toplumla, ait olduğu dış dünya ile
denge kurmaya çalışan insanın çaresizlikle sarmalanmış trajedisini gözler önüne
serer.
Kendi yaşadığı dönemde kendi kuşağına ve kendisinden
sonraki kuşağa anlamlı bir izlek oluşturan Özdenören öyküleri ve denemeleri ile
bilinçli, duyarlı, şuurlu bir kimlik inşası yapmaya çalışmaktadır aslında.
Yazdıkları tüm eserlerde onun İslami duyarlılığını ve bu duyarlılığı hiçbir
komplekse kapılmadan yazdığını görürüz. Onun dili hiçbir zaman seküler bir dil
değildir. O yazdığını yaşayan, yaşadığı gibi yazan değerlerine bağlı, sağlam
bir bilinçle, sağlam bir dünya görüşü ile yazılarını kaleme alan değerli bir
öncüdür.
Rasim Özdenören, karamsar, bohem dünyaları anlatmış
olsa da öykülerinde, mutlaka bir çıkış yolu vardır. Güdümlü, yol gösteren,
örnek şahsiyetlerle yol çizmeye çalışan bir anlayışla yazmaz öykülerini.
Tolstoy gibi mesaj ağırlıklı da değildir onda öykü yazmak. Anlatmaya çalıştığı,
öykülerinde varolan, eksiği, suçu, günahı, kaygıları, sevdası, aşkı, özverisi,
çıkmazları, sorgulamaları ile biredir… Hayatın içinde bireyi tam olarak
betimleyebiliyorsa bu zaten kendi başına yeterlidir ona göre.
“Şimdi çıkışı gene o insanlar, o öykülerdeki
kahraman olan insanlar bulacak. Benim öykücü olarak öyle bir görevim olduğunu
düşünmüyorum. Öyle bir görevim olduğunu düşündüğüm yerde, üslûp da
farklılaşıyor, olaylara yaklaşım da farklılaşıyor, kendime göre çareler de
öngörebiliyorum. Yani denemelerde yaptığımız budur” diyerek, yazdığı öykülerinin
muhtevasını anlatan düşüncelerini bir söyleşide bu şekilde ifade edecektir.
Rasim
Özdenören, öykücü ve deneme yazarı olarak iz bırakmış, bu minval üzere izlek
oluşturabilecek bir külliyat ortaya koymuş bir sanatçıdır. Ama etkilendiği
yazarlar öykücülerden ve deneme yazarlarından ziyade daha çok roman
yazarlarıdır. Kendisi ile yapılan bir söyleşi de: “Dostoyevski
bana göre büyük bir yazar. Ben bu konuyu ikiye ayırıyorum. Birincisi, beni
doğrudan, damardan etkileyen yazarlar. İşte Dostoyevski, Baudelaire bunlardan
bazıları.” diyerek etkilendiği yazarları belirtir.
Özdenören, Türk Hikâyeciliğindeki önemli konumu ile arkasından gelen kuşakları ve kendi kuşağını derinden etkileyen öyküler kaleme almıştır. Onun öykülerinde, içinde bulundu toplumla çatışma yaşayan, nefsiyle mücadele eden günaha sürüklenmiş, uyumsuzluk yaşayan pek çok şahsiyet yer almaktadır.
“Tolstoy
belki daha ulvidir ama Dostoyevski’nin insanı şah damarından yakalayan yönü
vardır. İnsanı bütün açmazlarıyla, çıkmazlarıyla, kendi çelişkileriyle beraber
anlatıyor” derken de kendi hikâyesinin ipuçlarını ve izleğini bize
göstermiş olur.
Rasim Özdenören bir söyleşisinde kendi öyküsünü
tanımlarken; “Yazmayı, aktarmayı, başka
hiçbir vasıta ile aktarmayı başaramayacağınız öyle bir şeyle karşı karşıya
bulunuyorsunuz ki, orada yalnızca bir tek şey kalıyor elinizde: öykü. Ancak
onun dilini kullanarak demek istediğinizi başkasına aktarabiliyorsunuz. Dahası,
demek istediğinizin ne olduğunu siz kendiniz de ancak o öyküyü yazarak
anlamaya, kavramaya başlıyorsunuz” diyerek bir bakıma kendini, derin
duyarlılıklarını, hüznünü, kaygılarını öyküyle yazdığını söylemeye çalışır
gibidir.
Rasim Özdenören külliyat halini alan öykü evrenini
oluştururken, biçim ve içerik olarak büyük bir ahenk ve denge saylayan eserlere
imzasını atmıştır. Klasik hikâyenin sınırlarını zorlayarak kendine ait özgün
üslubu ile kurguda ve tahkiyede yenilikler yapma noktasında cesur açılımlar
yapmış, bilinçakışını öykülerinde yoğun bir şekilde kullanarak adeta bir açılım
oluşturmuştur yeni kuşaklara.
“Hastalar ve Işıklar” ın son öykülerinde aile
konusuna yer verirken yine, aile konusunu arka arkaya yakın yıllarda
neşredilmiş olan, “Çözülme” (1973), “Çok Sesli Ölüm” (1974), “Çarpılmışlar”
(1977) kitaplarının başat konusudur
adeta. Aile içi ilişkiler, açmazlar, iletişimsizlikler ve uyumsuzluklar onun
öykülerinin konuları arasındadır.
1980 sonrası yayınlanan kitaplarına baktığımızda, “Denize
Açılan Kapı” (1983) ile Özdenören’in öykü evreni farklı arayışların eşiğine
gelmiş gibidir. “Denize Açılan Kapı” nın da içinde olduğu, yazarın 1980’den 2000’e uzanan dönemde yazdığı
“Kuyu” (1999) ve “Ansızın Yola Çıkmak” (2000) kitapları; adeta insanın iç
dünyasına doğru derinlikli bir yolculuğa çıkar. Bireyin manevi arayışlarını,
gizil ve örtülü bir anlatımla ifşa etmeden hassas bir dille okura aktarırken,
insanın nefsiyle mücadelesinin hikâyesini anlamaya çalışır gibidir. Bu “Kuyu”
öykü kitabında yoğunluklu bir halde verilirken aslında, Yusuf Peygamber’e de
bir gönderme yapılır.
Rasim Özdenören'in genç ve dinamik, heyecan yüklü
kalemi yaşı ilerlese de aynı ivme ile devam eder. Onun öykülerindeki arayışlar
hiç bitmez, genç zihinlerden ve bedenlerden beklenen öyküler onun gençlik aşısı
vurulmuş etkili kaleminden akıp durur. 2000’lerin hemen başında yayınlanan iki
öykü kitabıyla mezkûr yıllarda yazarın yoğunlaştığı diğer kitaplarından farklı
olarak yazmaya çalıştığı temalar olduğunu görürüz. “Hışırtı” (2000) ve “Toz”
(2002) öykü kitaplarında daha çok kadın kahramanlar öne çıkar. Yazar şehrin
içinde kaybolmuş, nice arayışlar ve çatışmalarla, yoksunluklarla hayata
tutunmaya çalışan kadınların mutsuzluklarını, arayışlarını konu eder. .
Beni derinden etkileyen Kuyu aslında tek bir uzun
hikâye kitabı olarak yazılmıştır. “Kuyu” ve diğer öykü kitapları ile aslında
nitelikli bir edebiyat okuruna hitap eder yazar. Felsefi derinlikte ve derinlikli,
ara ara bilinçakışı ile yazdığı öykülerinde ruhun girdaplarına doğru kıldan
ince kılıçtan keskince bir yolculuğa çıkarır okuru. Onun okuru çıtası yüksek,
seçkin bir okurdur bir bakıma.
Ve ansızın bir soru ile de sarsar okuru, “Kuyu” da
olduğu gibi: “Söyle bakalım, ahbap, dedi,
şimdi biz kuyunun içinde miyiz, dışında mıyız?” Başka öykülerinde de yer
alan melankolik hal, karamsar duruş, arayış halinde olma Yusuf’un şahsında da
göze çarpar. Ayrıca Özdenören bu öyküde anlaşıldığı gibi cesur bir şekilde cinselliği
kendi mahrem sınırları içinde anlatır. Aşk ve cinsellik onun öykülerinin
rahatlıkla konusu olabilir. Öykü kahramanı Yusuf da diğer kahramanlar gibi
kendinden kendine kaçmaya çalışır. “O
şimdi kendinden kaçmaya çalışıyordu. Nasıl başarabilirdi bunu? Böyle bir şey
yapabilir miydi? Aslında kendinden kaçmak isteye isteye buraya, bu, şimdi
neresi olduğunu bilmediği yere gelmiş değil miydi?” Cesur yaklaşımlarla,
aslında yazar cinsellikle ilgili aşkla ve ihtirasla ilgili ipuçları verir
okura. Farklı pencerelerden bakar veya tekdüze yaşayan, kendince yasakları ve
sınırları olan, belli dünya görüşü içine sıkışıp kalmış okuru farklı
yaşayışları olan insanların sancılarına, arayışlarına, suçlarına, çatışmalarına
taşıyarak aslında vorolan, her anlamda günah ve sevap arasında, ahsen - î takvimle, esfel – î sâfilin arasında git - geller yaşayan
insana doğru okuru sürükler. Okurun bir anlamda kendi ile yüzleşmesini sağlar.
Gizil hallerinin üzerinden örtülerin kaldırıp, tüm çıplaklığı ile dürtülerini,
nefsini, onu aşağılara çeken tüm zayıf yönlerini ortaya döker. Bunu da tarafsız
ve objektif bir şekilde hayatın çıplak ve acımasız gerçekliğinde ortaya serer.
İnsanın merkezde nefsini, onunla mücadelesini anlatırken asıl, iç çatışmalarını
da anlamaya çalışır aslında.
“Nefs
terk edilebilir mi? Bir de, demiyorlar mıydı ki, insan nefsiyle güzeldir ve o,
nefsiyle sevilir. Vay canına! Gene açmaza giriyor. Nefsini hem terk etmesi
gerekiyor, hem onu yüklenmesi, öyle mi?” diye sorar “Kuyu”
kitabında.
Özdenören, ilk dönem yazdığı öykülerinde arayışların
eşiğinde adeta dağılmış ruh halleri ile manevi yoksunluklar yüzünden girdaplara
sürüklenmiş insanı anlatır. Çözülmelere sürüklenen ruh halleri ile kendi
kendileri ile yüzleşen, çatışan, adeta duygularına mukavemet edemeyen kahramanlar
vardır. Bu kahramanlar büyük bir çözülmenin eşiğindedirler her daim. Bir yardım
eli bekleyen, kurtuluş arayan, nefsinin kurbanı olmuş, artık kuyunun dibinde
olan Yusuf da bu kahramanlardan birisidir. İşte “Denize Açılan Kapı” tüm bu
girdaplara girmiş, sancılar içinde arayışlar içinde kıvranan kahramanlara adeta
bir kapı aralar, bir el uzatır gibidir.
Rasim
Özdenören yaşadığı çağa ayna tutar adeta… Sorumlu bir kalem olarak yazdığı
öykülerinde daha çok toplum içinde yalnızlaşan bireyin çıkmazları, kendi ve
çevresi ile mücadelesi vardır. Ekonomik ve sosyal durumlar sebebiyle yaşanan
çıkmazlar, çözülmeler onun konuları olabilir. Yine yaşadığı topluma bir
başkaldırı, yabancılaşma öykülerinin ana temasını oluştururken, manevi
arayışlarla ölüm teması, metafizik ürpertilerin verdiği duyarlılıkla tasavvufa
doğru bir ince yolculuk öykülerinde yer eder. Özdenörenin öykülerinde daha önce
de belirttiğimiz gibi, aile yapıları, aile içindeki bireylerin davranışları
aşikâr bir halde onların ruh dünyalarının adeta ifşası olarak anlatılır…
Anneler hep fedakârdır, baba evin direği, korkulan, sakınılan otoriter bir kale
gibidir. Anadolu ailesinin tipik örnekleri, baskıcı tutumu, yeri geldiğinde
korunaklı hali çatışma ekseninde okuyucuya sunulur.
İki yıl önce
Ankara’ya bir program için gittiğimde Üstadı ziyaret etmek nasip oldu. Bana yol
arkadaşlığı yapan, Betül Şatır’la birlikte Ankara’nın soğuk ve resmi çehresini
sıcacık bir dost yüreği gibi kuşatan bir güzel insanın kapısına gelmiştik,
elimizde bir demet çiçekle. Ayşe Hanım bizi büyük bir nezaketle karşılamış,
hocamla kısa süreli de olsa sohbet etme fırsatı bulmuştuk.
O zaman kapaklarını kendim resmettiğim kitaplarımı
hediye ettiğimde onları dikkatlice incelemiş bizi yüreklendirmişti. Tıpkı
yıllar önce Maraş’ta beraber sohbet ettiğimiz serin bir bahar akşamının
coşkunluğunda konuşmuş daha çok rahmetli Alâeddin Özdenören’ den bahsetmişti
hocamız. Çocukluklarından, “sen Alâeddin’in kardeşi misin?” diye soran çarşı,
pazar esnafından, daha çok onu tanımalarından, Munzur Çayı’ndan bahsetmişti.
Yine hafızası her zamanki gibi muhteşem, her şeyi tarihiyle yeriyle nasıl da
güzel anlatıyordu.
Rasim Özdenören gerek öykü evreni ile gerekse
düşünce dünyamıza ufuk açan, yol olan, sağlam bakış açısı ve medeniyet
tasavvuru noktasında güçlü referanslarla bu toprağın sesi olabilecek
duyarlılıkta yazılmış deneme ve öykü kitapları ile ağır yükler omuzlamış bir
düşünür ve sanatçı olarak yerini almış ender bir şahsiyettir. Onu tanımış
olmak, onun söz meclisinde bulunmak bizim için büyük bir onurdur.
Dileğim odur ki, bizim önümüzden yürüyen Mavera
ırmağının coşkun akışını edebiyat ırmağı ile bütünleyen, mümbit edebiyatçılar
yurdu Maraş’ın güzide şair ve yazarlarından olan… Necip Fazıl, Nuri Pakdil,
Cahit Zarifoğlu, Alâeddin Özdenören, Erdem Beyazıt, Akif İnan, Ali Kutlay ve
pek çok yetişmiş öncü yazar ve şairin bir değerli hatırası gibi bizim
dünyamızda nefes alıp veren Rasim Hoca’ma Rabbim hayırlı uzun ömür versin.
Rasim Özdenören, gazete yazılarından, öykücülüğüne,
deneme ve eleştiri yazılarından ve pek çok konuda verdiği eserlerinden ziyade
bu toprakların düşünce dünyasında, içinde yaşadığı toplumun çıkmazlarına adeta
ses olmuş bir düşünürdür. Onun eserleri insanımızın, Batı karşısında düştüğü
bunalımlı kimlik arayışına, tüm çatışmalarına anlamlı bir ayna olmuş, onurlu ve
erdemli bir duruş sergilemiştir. (Fiyaka
Dergisi)