Hepsi masaldı
Kuşların kalbinde taşıdığı bir mektup aldı. Okudu. Yüzünde sevilmek imtihanın mahcubiyeti belirdi. Sevilmek kalbin yükü, mahcubiyet kalbin yüzüydü. Yüzünü kaplayan o masum yenilgiye teslim olmakla olmamak arasında gidip geldi. Hoştu, şifaydı, teslim olsa ne olurdu ki? Mektubun ilk cümlesini okudu: “Bir masala hazır mısın?”
Mağlubiyetin mihneti yüzüne ter gibi
yapışmıştı. Yüzünde gittikçe ağırlaşan mahcubiyetin mağlubiyete dönüşeceğini
biliyordu. Okumak, rahatlamak, dinlemek
ona iyi gelecekti. İçinden ne çok sorular sordu, ne çok cevaplar verdi kendi
kendine. Yine de emin olamıyordu.
Mektubu okumaya devam ediyordu. Okudukça içinde acı bir ses dolaşıyor, kalbinin
duvarlarına çarpıp duran bu sesin zamanla onu kendinden geçiren mûsikîye
dönüştüğünü hissediyordu. İyiydi. Şifaydı. Belki biraz buna ihtiyacı vardı. Konuşmak
mı, yazmak mı? Yazmak en iyisiydi.
Yazdı, durdu; düşündü, yazdı.
Zaman duvarda asılı bir
saatte dönüp dursa da onun kalbinde hiç ilerlemiyordu. Aklı fikri hep oradaydı.
Başka bir kapı açılmıştı. Başka bir âlemin içinde olup bitenleri anlayamamanın
şaşkınlığını atamıyordu. İkinci bir
cümle: “Bir çiçeksin…” Gözünü
kaçırdı. İçini saran endişenin bir
korkuya dönüştüğünü hissetti. Sonunu okumak, bilmek kolaydı ama bunun bir sır
olması gerekmez miydi? Kalbin yükü değil miydi sevgi? Yükü az mıydı? Bir de bunu taşımak… Bir kahvenin tadından
çok kokusunu düşündü. Kahve içmek iyi
gelebilirdi. Kahvenin kokusunu içine çekti. İçini saran ve içinde ağırlaşan o
söz. Sözün ağırlığı, sözün yükü ne ağırdı, bunu anlamıştı. Ancak taşıdığı,
verdiği sözler ne olacaktı? Kalbine çarpıp duran, aklını fikrini karıştıran,
içini doldurup taşıran o sözlere geçit vermek… Hâlbuki teslimiyetinin
farkındaydı ama bir hamleyle güç toplamak, bu savaştan yara almadan ama
yaralamadan da kurtulmak fikrindeydi. Mümkün müydü? Olabilirdi? Tüm o esrarlı sözlerin sarhoşluğu içinde
kendini toplamak zordu. Savunmasız değildi ama savunmak da istemiyordu. Zira
kalbinin duvarlarını aşıp, içine sızıp orada yuva tutan sözlerdi bunlar.
Duymak, dinlemek, bilmek merakının içine düşen kalbiyle başı dertteydi. Olsun,
böyle bir dert olsun, dedi.
“Zaman hancı, bulut
yolcu/Şimdi gitti en son yolcu”
devamını dinleyemedi, kapattı. Kahvenin kokusunu bir daha çekti
içine. Denizin kabaran yüzünü, dalgaların seyrini, kayalıklara vurup vurup
dönen dalgaların her defasında elinin boşa çıkışını düşündü. Bir de
kayalıkların yüzünü… Elini kalbine götürdü, kayalıklar gibi miydi, hayır, kendine
haksızlık edemezdi.
Kuşların kalbiyle gelen o
mektuptan bir cümle daha okudu: “Masum güzel…” Ah, bu cümle! “Şâdî-i mahabbet
de bizim gam da bizimdir / Mecrûh-ı diliz yâre de merhem de bizimdir” diyordu
Nâilî. Hem mecruh düştü hem düşürdü. Şimdi merhem kimdeydi? Kim kime merhem
olacaktı? Kahvenin kokusu gidiyor, acısı kalıyordu. Tortulaşan sözler… İçinde
birikiyordu her şey. İlk kez değildi ama bu sefer çözülemeyen bir muammanın
insanı deli eden sırrına takılmıştı. Söz üstüne söz, düğüm üstüne düğümdü.
Çözülmesi ne mümkün!
Geceyi gündüze bağlayan
vakitte kuşların şarkıları başlıyordu. Yok, hayır, bu böyle olmamalı, dedi. Ben
sevilmenin galibiyet olduğunu sandım, kandım, yenildim. Sevilmek de olsa sözün yükünü düşündü.
Fazlasıyla yükü vardı. Mektuba devam etti: “Sen ömürlük bir çiçek…” Yılda kısa bir süre açan ve kokusuyla
büyüleyen o çiçeği düşündü. Yüzündeki masumiyetin rengini kaybetmemek
istiyordu. Kalbini yokladı, elini yüzüne dokundurdu. Sevilmek galibiyetinin
şimdi onulmaz bir yaraya dönüşeceğini düşündü. Sevilmek de benim imtihanım,
dedi. Keşke mağlubiyetin hüznü çökseydi, keşke… İçinden çıkamadığı bir hâl.
Son bölüme geldi, okudu:
“Bir gama düçar olalı beri gözlerim kapandı. Ben çiçek yetiştiririm. Her yıl
kısa süreliğine açar çiçeklerim. Ancak ben göremiyorum çiçeklerimi. Rengi
nasıldır? Rengini bilemiyorum. Ben bir
perinin ardına düştüm. Şifam onun yüzündeymiş. Onun yüzündeki ışığa bakarsam,
gözyaşlarını gözüme sürersem gözüm açılırmış.” Ağladı, ağladı, ağladı… Sabah
olmuştu. Kuşların kalbiyle bir mektup daha aldı ve ilk cümlesini okudu: “Hepsi
masaldı.”