Hepimiz köleyiz
Üstat Ayhan Özdemir’in, geçen hafta kurduğu cümlelerden biri hala zihnimin içinde, beynimi sağırlaştırırcasına uğuldayıp duruyor: Hepimiz köleyiz! Yaratıcı’nın değil kapitalizmin köleleri… Bazımız farkında, bazımız değil; bazımız karınca kadarınca mücadele ediyor; bazımız kaldığı yerden umarsızca devam ediyor ama hiçbir şey değişmiyor, değişmeyecek: Hepimiz köleyiz. Ağ çoktan kurulmuş, günün birinde mutlaka yakalanacağız. Aslında ağın dışında olduk mu, o da belli değil. Tuzak her yerdeyse, yakalanmamanın yolunu kim bilebilir ki? Kimimiz ayağından yakalanıyor, kimimiz yüreğinden, kimimiz zihninden yakalanıyor, kimimiz ruhundan… Kovit salgınından nasıl kurtuluş yoksa, ondan da kaçış yok, her nefis bir gün mutlaka kapitalizmi tadacak, onun acımtırak tadıyla yüzü buruşacak, ruhu lekelenecek, bilinci dumura uğrayacak, kanı ve kalbi katılaşacak, sinirleri çökecek, bedeni ve ruhu paramparça olarak o hapishanenin içinden ölüsü çıkacak.
Batı dünyası üç yüz yıl boyunca
uğraştı, didindi, gövdesini taşın altına koydu, kan ter içinde kurdu bu ağı, bu
kapitalizm ağını. Dünyanın tamamına kurulmuş bu tuzağın gerisinde sayısız akıl,
sayısız felsefe, sayısız sistem, sayısız teori, sayısız algoritma var. Merkeze
paranın yerleştirildiği bu sistemde ayakta kalmanın tek yolu ne yazık ki onun
kurallarına tabi olmak. Dışında kalmak diye bir şey yok. İçine girdiğiniz andan
itibaren ise yapacağınız tek hareket onun kurallarına uymak, oyunu kurallarına
göre oynamak. Oyunu kurallarına göre oynadığınız andan itibaren ise oyunu
yazanların, onun kurallarını belirleyenlerin kazanacağı kesin. Bir adım önde
olan, bir adım geride olanın mutlak hakimine dönüşüyor böylece. Oyunu kuranlar
efendi, yönetenler onların aktörleri, oynayanlar ise köleler… İşçi köleler,
çiftçi köleler, memur köleler, sivil veya kravatlı köleler. Siyasetçi köleler,
tüccar köleler, mühendis köleler, hukukçu köleler, akademik köleler, entelektüel köleler, cahil
köleler, umarsız köleler, dikkatli köleler, üreten köleler, aylak köleler,
liberal köleler, diktatör köleler... İsim belli, sadece sıfatlar değişiyor ki o da
hiçbir şeyi değiştirmiyor.
Hapishanenin tarihi çok eskidir.
Ancak küresel bir hapishanenin kurulması için dünya 20. yüzyılı bekledi. Belki
de böylesi devasa ve hiçbir coğrafyayı ıskalamayacak, bütün göğü ve gökselliği
dışarıda bırakacak bir hapishane için insanlık tarihinin topyekun birikimine
ihtiyaç vardı, o da tam olarak geçen asırda gerçekleşti. Şimdi artık dünya
demir parmaklıkları ekranlar olan devasa bir hapishaneye dönüştürüldü. Her
hücrede farklı inançlar, medeniyetler, kültürler, ırklar, renkler, mezhepler,
anlayışlar, karakterler, huylar, adetler, gelenekler oturuyor ve hepsi tek bir
göz tarafından, tek bir amaca yöneltilmiş olarak, bulunduğu yerden kendini
önemli gören ama ona bakan göz bakımından hiçbir değer ifade etmeyen,
istatistikten ibaret özneler galerisi...
Sistem elbette mülkiyete,
paraya, metaya, maddeye göre ayarlanınca merkezde, omurgada da o duruyor. Ona
sahip olan her şeye sahip, ona sahip olmayan hiçbir şeye sahip değil. Ona
yaklaşan mutlu, onun uzağında kalan mutsuz, ona yaklaşan efendi, ondan mahrum
olan köle. Bütün değerler ona göre şekilleniyor, bütün hiyerarşi ona göre
oluşuyor. Krallıklar, demokratik cumhuriyetler, demokrasiler, otarşiler,
monarşiler, judokrasiler, kleptoklarsiler hep onun eseri, taşeronu, koruyucu ve
kollayıcıları… Mevkiler, makamlar, statüler, şanlar, şöhretler hep paraya göre
vaziyet alıyor, gelip oturuyor tahta. O değersizliği değer olarak sunuyorsa değersizlik
para ediyor, niceliği niteliğe tercih ediyorsa, nicelik kazanıyor, yüzeyselliği
derinliğe tercih ediyorsa yüzeysellik kazanıyor, şimdiyi geçmişin efendisi
addediyorsa şimdi kazanıyor, maddeyi manaya tercih ediyorsa madde kazanıyor. O
kim kazanacak diyorsa o kazanıyor. Velev ki ölüm kazanacak desin, kıyamet
kazanıyor.
Baştan sona uyuşuk, sersem
sepelek bir hayatımız var. İradi, planlanmış, bir doğruya doğru akan, akışı
kendimiz tarafından belirlenen ömürler yok artık. Geleceğin kendine çektiği,
bir mıknatısın etrafında şuursuzca dönen, dönerken onun büyüsüne kapılan
metalik kütlelerden başka bir şey değiliz. Gidişatın önüne geçecek, onu
durdurmak şöyle dursun, yönünü değiştirecek bireyler ve bireysellikler çoktan
geride kaldı. Varılan noktada, en güçlü, en tahkim edilmiş iç dünyalar bile
devasa bir köpürtünün küçücük damlasından öte hiçbir anlam ifade etmiyor.
Yetişmiş insanlar, mükemmelce kurgulanmış sistemler tarafından anında
yutuluyor, mezeye dönüştürülüyor. Gelecek karşısında şimdi, değer karşısında
yozlaşma, ilkesizlik karşısında ilke, kişiliksizlik karşısında karakter, toplum
karşısında birey mağlup oluyor. Seçenekler belli: Ya kaybedeceksin veya yok
olacaksın. Kim, hangi oyunu oynarsa oynasın, el kimden yana olursa olsun, talih
kime gülerse gülsün hep masa kazanıyor.
Hiper gerçek gerçeğin düşmanıdır, kapitalizm hakikatin… Her türden
aşırılık varoluşu yok etme eğilimi gösterir. Aşırılık kazanınca kölelik
kaçınılmaz oluyor. İstikamet kaybolunca uç, ortayı genişletmenin değil, yok
etmenin temsiline dönüşüyor. Dünya
hapishaneye dönüşünce hiç kimse dışarıyı merak etmiyor. Dışarı var diyenlere
kahkahayla gülüyor kaşarlanmış köleler. Yeni bir hapishane kuramayacağımıza,
hapishaneden kaçmayı düşünenler vurulacağına göre geriye tek bir seçenek kalıyor:
Köleliğin tadını çıkarmak. Biz de galiba öyle yapıyoruz. Sıra dışı kölelik ile
sıradan kölelik arasında belirgin bir fark yok nasılsa. Gardiyanlar da
hapishaneye dahil değil mi sonuçta?