Hep kazanmak değil, her işe Besmele ile başlamak!..
“Batı dünyasının sineması bile yenilgi yüzü görmeyen
kahramanlarla doludur. Kurmaca bir alanda bile yenilmeye tahammülleri yoktur.
Her zaman ve her koşulda kazanmaları gerektiğine inanırlar. İlmi tüketen,
ahlâki değerleri tüketen, tarihini ve geleceğini tüketen bir insan için
yapılacak son işler, aklını çıkarıp atmak ve çıldırmak ya da doğru bir hamleyle
geriye dönüp bir yerlerde yanlış yaptığını düşünerek en baştan başlamaktır! İnsan, eline aldığı her işe kazanmak
güdüsüyle değil de BESMELE ile başlaması gerektiğini bir kere fark edince,
içine düştüğü girdaptan nasıl çıkacağını da görecektir.
O yüzden ilk önce her işe ALLAH’ın adıyla yani BESMELE
ile başlaması gerektiğini yeniden öğrenmek, yeniden keşfetmek, yaşadığımız
vebalı çağın hastalıklarından, mikroplarından kurtulabilmemiz için atmamız
gereken ilk adımdır. Biz zaferle değil,
seferle sorumlu olduğumuza inanan insanlarız. Kazanmak ya da kaybetmek
zorunda olduğumuz bir oyun sahasında değiliz. Bizler tek ve gerçek galibin ALLAH
olduğu, kaybeden insanın da bu durumu hakkında hayırlısı öyle olduğu için
kabullendiği ve Yaratıcı’ya rıza gösterdiği bir anlayıştan bahsediyoruz. Bizim
sorumluluğumuz, köklerimize bağlı kalarak gerekli zamanlarda atılması gereken
adımları atmaktır. Sonrasında kazanmak ya da kaybetmek, bizim irademizin
üzerinde olan bir gücün elindedir. Bize düşen, teslim olmak ve kadere rıza
göstermektir. İşte, içimizde asıl bulmamız gereken gerçek budur: Kader, Sabır ve Rıza.”
Yazar Davut
Bayraklı’nın Mostar Dergisi’nde
yer alan bu cümleleri, kafamdaki yazıyı kaleme almama vesile oldu.
“Kazanmaya
Odaklı Yapay İnsan Tipi Kimin İcadı?”
Üzerinde düşünmeye değmez mi?
*
Kastamonu’nun iki günlüğüne kafa dinlemek için
gelebildiğimiz şirin köyünde tefekkür halindeyken, birkaç on yıllık hayatımın
en hareketli günleri, yılları geçti gözümün önünden.
Kimi zaman büyük hırsa kapıldığımı, üzerinde
çalıştığım işi “başarmak için”
gecemi gündüzüme kattığımı, işler hesapladığım gibi gitmediğinde adeta öfke
nöbetleri geçirdiğimi hatırladım.
Başarmak istemem güzeldi ama başarıyı hayatımın
merkezine koymakla hata yaptığımı neden sonra fark ettiğimi düşündüm.
Hırs ve öfke ile hareket ettiğimde de hep hata
yaptığımı, bana benzemeyen yazılar kaleme aldığımı…
Lâflar ettiğimi…
Öyle bir hâldir ki bu, her şeyin elinde olduğunu,
olması gerektiğini, bir şeyler olmamışsa bunun kendinden, daha çok da
etrafından kaynaklandığını düşünürsün…
Ya kendini ya da başkalarını suçlarsın.
Bu dünyada, Merhum Sezai Karakoç Üstad’ın işaret ettiği “Yenilgi yenilgi büyüyen zaferlere” yer yoktur.
“Ya olacak ya
olacak!” saplantısı vardır, nefsi ve başarıyı “ilâhlaştırmaya” kadar gidebilecek tehlikeli bir yolda yürümek
vardır Allah muhafaza.
*
Devlet Başkanı’ndan havalı bir ödül aldıktan 4 gün
sonra “uykusunda” ölen ABD’li
Demokrat-Liberal Claude Pepper, “Hayat
bisiklete binmeye benzer. Pedalı çevirmeye devam ettiğiniz sürece düşmezsiniz!”
demiş.
Bu söz, bir vakitler sık sık hatırlatılırdı bize.
Pedalı çevirmediğin, çeviremediğin gün düştün
demektir!.
Bittin demektir!..
Bize böyle şeyler telkin edildi!..
*
Peki, “insan”
bu mudur?
Sürekli olarak pedal çeviren, çevirmeye “mahkûm” bir
varlık mıdır?
Daha çok çalış, daha çok kazan, biriktirdikçe
biriktir, maddeler dünyasında ilerledikçe ilerle…
Nâmın yürüsün!..
Sonra…
Günün birinde…
Hastalanıp da pedalı çeviremeyecek duruma düşecek
olursan…
Yoksun!
Bu mudur yâni?
*
Vah ki vah;
“İki
günü eşit olan zarardadır!” Hadis-i Şerifi bile, nasıl da
maksadından saptırılmış…
“Nitelik
artışı”nı teşvik eden Hadis-i Şerif-i, “nicelik artışı” için kullanmak ve “Servetini, şöhretini arttırmayan ziyandadır!” anlayışına savurmak
ne büyük haksızlık, kurnazlık ve
hastalık.
Bu yola girmiş bir insan, Allah muhafaza, kazanmak
için “her yolu mübah gören” bir
anlayışa savrulacaktır.
Sürekli olarak kılıflar üreterek, her yaptığını
meşrulaştırmaya çalışacaktır.
Aracı amaç belleyen bu zihniyet dünyası, o araçlara
ulaşabilmek için yapmadığını bırakmayacaktır.
Politika dünyasında çok görürüz bunları…
Seçim zamanlarında, birçok aday adayı “rakiplerini” devreden çıkartmak için “karalama”, çoğu zaman da “iftira atma” yoluna sapar.
Aday adaylarından çok azı listeye girebilecektir,
listeye girenlerin de çok azı kendilerini milletvekilliğine taşıyabilecek
sırada olacaktır.
Demokrasi, “kazananın
haklı olduğu” bir modeldir.
Oyun, böyle bir oyundur.
Çobanlıktan maksat gütmek ise, oyundan maksat da
ütmektir!..
Ütmek için ne yapmak gerekiyorsa o yapılacaktır!
*
Böyle bir dünyada kimin kime güveni kalır ki, kim
mutlu olabilir ki?
Mutluluğun tüketmekte arandığı bir dünya; güveni
tüketmek, dostluğu tüketmek, tabiatı tüketmek…
Sabrı, bereketi tüketmek!
*
Hayvan seslerinin iyice azaldığı, “tabii ürün”ün hatıralarda kaldığı bir
şirin köyümüzde sohbet halindeyken, başıma ne gelse beğenirsiniz…
Köyün şehirdeki gençlerinden biri KPSS’ye girmiş, memuriyete kapak atabilmek için…
Babası telefon aracılığıyla, “Sınav nasıl geçti?” diye soruyor.
Aldığı cevap üzerine de şunları söylüyor:
“O kadar
kursa gittin, o kadar para ‘yidin’,
bu mu yani? Türkçe çok zormuş!.. Hiç kimse kazanmayacak sınavı yani, öyle mi?
Bırak ya, kapat hadi!”
*
Adam bunları söyledi ve kapattı.
Sonra bize baktı…
Konuşmaya şahit olmamızdan dolayı “canı sıkılmış” gibiydi.
Ah bir “Çok
iyi geçti, kesin kazandım baba!” deseydi evlâdı…
Omuzları böyle çökeceğine şöyle bir havaya
kalksaydı…
Nâmı yürüseydi!
O an ne diyeceğimi bilemedim.
“Yıkılmış
haldeki” bu kardeşimize….
“Üzülme
be dostum, vardır bunda da bir hayr!” deseydim…
Nasıl bir karşılık alırdım acaba?
Hayır, onca kişinin arasında okkalı bir “fırça” yemek de vardı işin içinde.
O fırçayı yememek için sustum ya!..
“Nefsime” ağır geldi be usta!..