Hep aynı terane!..
Uzun
bir süredir göze yakın, gündeme uzak Haydarpaşa Garı birdenbire gündeme
düşüverdi. Hem de Avrupa yakasındaki sırdaşı Sirkeci ile birlikte. Sebep;
sebebi T.C. Kültür Ve Turizm Bakanlığı,
Kültür Varlıkları ve Müzeler Müdürlüğü Uygulamalar Daire Başkanlığı’nın
“Haydarpaşa ve Sirkeci Gar Sahası hk” yazısı.
Yazıda,
“Bakanlığımız, Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı ve TCDD İşletmesi Genel Müdürlüğü
arasında 12.09.2023 tarihinde İstanbul İli, Kadıköy İlçesi, İbrahimağa
Mahallesi, Haydarpaşa Gar Sahası İle Fatih İlçesi, Hoca Paşa Mahallesi, Sirkeci
Gar Sahası Üzerinde Muhtelif Parsellerde Bulunan Binaların Kültür ve Turizm
Bakanlığı Faaliyetleri Kapsamında Kiralanmasına Yönelik Ön Protokol
imzalanmıştır” denilerek Haydarpaşa ve
Sirkeci Gar Sahası proje çalışmaları ile sonrasında yapılacak uygulama
çalışmalarında yer almak üzere, kendi uzmanlık alanlarında yaptıkları akademik
ve bilimsel çalışmalar dikkate alınarak ilgi Bakanlık oluru ile ‘Danışman’ ve ‘Danışma
Kurulu’ oluşturulmuş ve protokol kapsamında bulunan bina ve alanların rölöve,
restitüsyon, restorasyon, rekonstrüksiyon yeni bina yapımı teşhir-tanzim, çevre
düzenlemesi yapılması vb. karşılığı kiralanmasına yönelik olarak Bakanlığımız
tarafından sosyal ve kültürel tesis alanı olarak işlevlendirmek üzere konsept
proje çalışmalarına başlanılmıştır” şeklinde devam eden bir tamim yayınlanmış.
Oh
ne âlâ!.. Geç kalınmış olmakla birlikte, sevindirici bir gelişme. Bu projeye, “yangından mal kaçırma” gibi bakan çevrelere
teessüf etmekten başka yapacak bir şey yok. Neyse onlar tezviratla uğraşadursun, gelin biz 2012’ye gidip Haydarpaşa Garı’nda biraz nostalji yapalım...
***
Karaköy-Kadıköy Şehir
Hatları’nın panoramik vapuruna bindiğim gibi soluğu Haydarpaşa’da alıyorum.
Haydarpaşa Garı’ndan uzun bir yolculuğa çıkmamanın rahatlığıyla, İstanbul’un
simge eserlerinden olan devasa yapıya bir kez daha hayranlıkla bakıyorum.
Haydarpaşa, 15 Kasım 2012'de İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nin Haydarpaşa
Port Projesi'ni onaylamasıyla birlikte boynuna asılan idam fermanın ruhunda
oluşturduğu acıyla sarsılıyor. Yapılacak ihaleden sonra vurulacak ilk kazmanın
sancısını çekiyor.
Başımı kaldırıp, Sultan İkinci Abülhamid Han’ın
1906-1908 tarihleri arasında Alman mimar Otto Ritter ve Helmuth Cuno’a inşa
ettirdiği yapının kalbi niteliğindeki saate bakıyorum. Akrep 3’ü, yelkovan ise
17’yi gösterirken âdeta donup kalmış. Bir dönemler günü 24 saat yaşayan
Haydarpaşa’da zaman durmuş.
*
Hicaz’dan sonra 1 Şubat 2012’nin 23.30’unda
Anadolu’yla irtibatı kesilen gar, yaşam sebebi olan damarlarından birini daha
kaybetmenin travmasını yaşıyor. Merdivenlerden çıkıp, devasa kapıdan içeri
girerken; hiç kimse koşuşturmuyor, hiç kimse birbiriyle çarpışmıyor. Her şey
durmaya ayarlanmış bir şekilde aheste aheste hareket ediyor.
Bekleme salonlarında bîtap düşüp
yatanlar...
Uzun yol hazırlığı yapan
kondüktörler, makinistler, şimendiferler...
Bir yakınını yolcu
ederken-beklerken sigarasının birini söndürüp diğerini yakanlar...
Asker kaçaklarını arayan
inzibatlar...
“Kent var,
Parlement var, Malboro var” deyip tombala çektirenler...
Gardaki saate bakma parası alan Sülün Osmanlar...
Hepsi sırra kadem basmışlar.
***
Anadolu’dan gelen saf insanları gözüne kestiren arsız, yolsuz, hırsız ve bitirimlerin derdest
edildiği Gar Karakolu en sakin günlerini yaşıyor.
Müşterilerinin talebine yetişemeyen büfeler ve Gar
Restaurant sinek avlıyor.
“Haydarpaşa’dan Kars’a gidecek
olan 11410 sefer sayılı Doğu Ekspresi hareket etmek üzere”anonsundan sonra acı acı çalan siren seslerinin yokluğu kulakları
tırmalıyor.
Bütün bu sessizlikleri; hafta sonları hatırı sayılı(!) kişilerin kaldırdığı kadehleri, “istemezük”çülüğü
âdet haline getiren platformcuların “Haydarpaşa elden gidiyor” sloganları
ve sevgilisiyle randevulaşanların garın orta yerinde birbirleriyle adaba
mugayyır şekilde şapur şupur öpüşmeleri bozuyor.
1., 2., 3., ... yol bomboş; in cin top oynuyor.
Son seferi belli olmayan Haydarpaşa-Pendik banliyö
treni, kadim yolcularını menzile taşımak için hareket ediyor.
*
Yüzyıllardır
sevgi ve nefret saikleri arasında nefes almaya çabalayan İstanbul; hem doğunun
hem de batının en nadide varlıklarını hâlâ miras olarak saklamaya çabalıyor.
Geçmişten haberler verebilmek için bağrında barındırdığı ”ruh”ları;
rüzgârlardan, yağmurlardan sakınırken, artık insanlardan korumakta zorlanıyor.
Yine de medeniyetlerin beşiğinde büyüttüğü kültürlere ”analık” şefkatiyle
sıkı sıkıya sarılıyor. Bir kapısı doğunun, bir kapısı batının sonsuzluğuna
açılmaya devam ediyor.
Heyhat ki, Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın emaneti Haydarpaşa Garı göz göre göre ölüyor. Asya’nın
bittiği, hayallerin başladığı garı her geçen gün biraz daha yalnızlığa
sürükleniyor. “Zamanın ruhu”nda hayat bulan vefasızlık;
Haydarpaşa’nın duvarlarından, raylarından, tavanlarından, merdivenlerinden
adeta ölümcül bir virüs gibi etrafa yayılıyor.
Saat 3.17’de duran zaman makinasının altından raylara uzanan “Maziden Geriye Kalan” sergiden
üzerimize öyküler dökülüyor...
Haydarpaşa’dan İstanbul’a
bakarken, “dönüşüm çağı”nda can çekişen hayallerim bir kez daha
hafızamda canlanıyor...
*
Mesela, Haydarpaşa Tren Garı olmasa
Anadolu’dan gelenlere kim “hoş geldin” deyip, gurbetin ilk
rehavetini attıracaktı.
Mesela, boğazı
öpen kubbesiyle rahmete kapı aralayan Kılıç Ali Paşa Camii olmasa,
Tophane Yokuşu’ndan inenler nerede ferahlayacaktı.
Mesela, 7 tepenin kandillerinden Beyazıt Camii ve Külliyesi olmasa,
sahaflar çarşısını, çınar altı sohbetlerini, yangın kulesini kim
hatırlayacaktı.
Heyhat ki, bunca elzemliklerine rağmen, bu eserler ne kadar yetimmiş meğer. Elektrik kontağından
çıkan yangınlar olmasa; ne yolcuların, ne de şadırvanlarında paklananların bir
haber vereceği yoktu medeniyetimizin bu ulaklarından.
*
Son yıllarda şahit
olduğumuz yangınların fotoğrafına bakarken, geçmişin kareleri bir kere daha
gözlerimin önünden akmaya başladı.
İstanbul’a ilk adım atışımda “aha
burası Haydarpaşa Garı” diyorlardı. Rayların bitiminde koca bir bina
duruyordu, üstelik ne filmlerde gördüklerime ne de kartpostallardakilere hiç
benzemiyordu. Üzerinden savaşlar, sabotajlar, yangınlar, hatalı restorasyonlar
ve yıllar geçmesine rağmen Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın hayallerini ne kadar
da güzel tasvir ediyordu. Rayların diğer ucunda Hicaz olduğundandı belki de.
Koskocaman kapılarından dışarı adım
attığımda çarpıyordu İstanbul beni.
Bilemiyorum, farkında değilim; belki
de yanımdaki herkesi.
Efsunlu bir sessizlik “bu kadar
minareyi hiç bir arada gördün mü?” diyordu. Kendimden geçmiş bir
şekilde “görmedim” diyordum. O kadar.
Sonra yavaş yavaş mermer basamaklardan iniyordum,
fakat kendimde değildim. Elimde tahta bavulum olmadığı halde, şehir hatları
vapuru ile İstanbul’a gidiyordum. Arkamda kalıyordu, içinde heyecandan bîtap
düştüğüm Haydarpaşa.
Yıllar sonra “Haydarpaşa
yanıyor” (28 Kasım 2010) dediklerinde kartpostal
gibi belleğime astığım bu resmi hatırlıyordum. Bir de ilk gördüğümde bir türlü
objektife sığdıramadığım İstanbul’u. Artık İstanbul’u Haydarpaşa’dan değil,
Haydarpaşa’nın yanışını İstanbul’dan seyrediyordum.
Bir yangınla diğer yangınlara
yol alıp, geçmişi hatıralarda yaşıyordum. Sıla özlemiyle yanan yüreğimi,
rayların en sonundaki beldeye gönderiyordum.
Günün bitip her şeyin silüetleştiği İstanbul’a doğru
yol alırken, boynuna idamlık yaftası asılmış Haydarpaşa’ya bir kez daha bakıp,
“Bir idamlık “Haydarpaşa” vardı, asıldı; / Kaydını düştüler, mühür basıldı. /
Geçti gitti, birkaç günlük fasıldı...” dizelerini terennüm ediyordum.
*
Hülasa... Belleği
yangınla çökertilmiş Haydarpaşa Garı, gözyaşlarını içine akıtarak; nazırın, şehremininin,
Mimarlar Odası’nın, eylemcilerin, havanda su döven titirli mühendislerin
çözümsüzlük tartışmalarını izliyor.