Hem kaliteli ve hem de...
Kaliteli olan neden pahalıdır? Hem kaliteli hem ucuz olmanın yolu yok mudur? Bir şeyin kalitesiz olduğu halde, üstüne üstlük pahalı olmasına ne demeli? Soruları gündelik hayatın tekrarlı sorularıdır. Sadece ekonominin değil, ekonomi ahlakının sorularıdır.
Abartı ve parıltı silahlarıyla muhatabını tüketim nesnesine dönüştürmeye kurulmuş satılık bir asker olarak; konformizm bir yana, insanca yaşamamızı sağlayacağına inandırıldığımız kimi kaliteli araçlar, ürünler, işte bildiğimiz eşya, ekstra bir sükse barındırmasa da oldukça pahalı ve çoğumuz için yine ulaşılmaz oluyor. Alım gücünün, kendini ağırdan satan, fakat hep satan kapitalist düzende bir bakıma daimi bir güçsüzlük te olduğunu düşünelim. Cinnetten çıkmış bir hırs süreci... Kendi kendini yiyip bitirmek.
Hayatın, yani binilen her dalın baltası sanki ve her şey onu tetikliyor. “Bir şey pahalı değilse kaliteli değildir!”, yargısına varalı kaç yüz yıl oldu bilmiyorum. Kaliteyi istiyoruz. Tamam. Bunda hemfikiriz. Bu defa da pahalı olması, gereksiz harcamalar mı yaptığımız ve -yoksa dünya benim mi olsun istiyorum?- sorusunu ısmarlıyor ahlaki hassasiyetimize.
Bu durumda sadeliği, kaliteyi ve olabildiğince düşük maliyeti bir araya getirebildiğimiz bir dünyayı istiyoruz.
Ucuz kelimesinin bizde çağrıştırdığı şey; tartışmasız kalitesizliktir. Bir şey neden hem kaliteli, hem ucuz değildir? Kaliteliyi kimler elde edip sonuna dek yaşarken, kimler ucuza ve kalitesize maruz kalmaktalar? Ucuz etin yahnisi artık yavan olmayıversin. Bir de bunu deneyelim, adaletten söz ediyorsak. Et ucuz olsun. Yahnisi de acayip leziz olsun. Olsun bu artık!
Akla gelen ilk şey, -böyle bir sınıflandırmayı anıyor oluşumuzdan bile kendimizi sorumlu tuttuğumuz- “alt gelir grupları” tanımıdır. Yani doğru dürüst gelirleri olmayan insanlar. Geniş bir tabandan bahsediyoruz. Öyle ki göğü delebiliyorsa birileri, bu bodrum tabanlığın, bu yaşam kalitesi olarak yerin dibini boylatılmışlığın üstünde dikelip de delebilmektedir. Acınası devasalığın gurur duyulası istinadı, sarsılmazlığına attığı temel buradadır. Birilerinin burnu bulutlara sürtünürken birilerinin arzın merkezine çakılması hikayesi. Hep aynı hikaye… Ucuz et’e, at’a tıpkı bir apartman bodrumunda ikamet edenlerin ulaşabiliyor olması gibi, ekonomi piramidinin geniş tabanlı bodrumundaki çoğunluklar ulaşabilirler. Yetmiyordur. Artmıyordur da… Yahnileri de, yaşamları da yavandır... Bu sofralarından, sokaklarına, derken kamusal hayattaki yer alış veya alamayış biçimlerine, oradan bütün hayatlarına büyük izler, bir parça maddi refaha ulaşmış herhangi birinin yanağında asla göremeyeceğiniz izler olarak belirginleşir.
Onlar ucuzcudurlar. Bir araya geldiklerinde birbirlerine sevinçle o ucuz ve biraz da kaliteli şeyi nerden ve nasıl bulduklarını anlatırlar. Bir de kaliteciler var. Daha kaliteli olana ulaşmak için, daha çok çalışmalıyız cümlesi “kahve dövücüsünün hıh hıh deyicisi”(ege deyişi) gibi tepelerinde nöbette. Hayatlarını, sağlıklı soluklar almak için göğe, dağa, denize, eşyaya anlam arayarak bakmak için durma, dinlenmelerini engelliyor. Onları boş şeyler için didinip durmaya koşullarken, dolu anlar için hayatlarını boşaltmalarına izin vermiyor. “Daha konforlu, daha kaliteli” gibi içlerine kazınmış sloganlardan anlıyoruz ki ömürlerini daha’ya kaptırdılar. Eskiden yazları gittiğimiz köyümüzde dedem eşeğe, “daha hızlı gitmelisin!” anlamında ve bize hayretle kızdığında da “dah!” derdi. Bu daha ona benziyor. Dünyaya rest çeken bir sakinlik içinde düşünemeyen akla dürtülmüş ucu sivri sopa gibi sahibini dehleyip duruyor.
Azınlığın kaderine en kaliteli, çoğunluğun alnına en ucuz yazan sistemler kahrolsun. Kaliteliyi zengine, ucuzu yoksula ayıran sistemi kahretmek için, en kaliteliyi makul bir pahaya indirgemenin, buna göre üretmenin ve herkesin tasarrufuna açmanın yollarına bakalım.