Hegel ve Hristiyanlık
İnsanlık Tanrı’ya dair iki tür tasavvur üzerinde bulunur. Bunlardan ilki somut ikincisi ise soyut tanrı anlayışıdır.
Birincisinde “Tanrı” insanların muhayyilesinde yer etmiş olan bir biçime yahut varlığa indirgenir. İnananları onu karşılarında görmek, dokunmak beş duyuları ile algılamak isterler.
Bu bakımdan putperestlik gerçekçiliğin en şahika şekli iken günümüzde kılık değiştirerek materyalizm haline evrilmiştir... Ölü maddenin ölümsüz saltanatı…
Soyut Tanrı anlayışı ise vahiy vasıtasıyla insanlığa öğretilen “Tanrı” telakkisidir. Zamanla insanlar bu anlayışı bozup elleriyle yaptıkları somut bir şekli “tanrı” diye vehmedince, Allah göndermiş olduğu peygamberleri vasıtasıyla insanlığı bu sapkınlıktan arındırmıştır.
Bunun en anlamlı örneği Hz. Musa ile Kızıldeniz’i aşan İsrailoğullarının sahile ulaşır ulaşmaz elleriyle yaptıkları altın bir buzağıya tapmaya başlamalarıdır.
Aynı şey değişik bir şekilde Hristiyanların da başına gelmiştir. Hatırlanacağı üzere onlar teslis (üçleme) inancını edinmişlerdi. Baba, oğul (İsa) ve Rûhu’l-Kudüs… Teslis ile üç ayrı tanrıya mı iman etmektedirler? Verecekleri cevap “hayır” olacaktır; “Biz tek tanrıya inanıyoruz” diyeceklerdir. “O zaman teslisteki üç unsur tek bir varlık mıdır?” desek yine “hayır” diyeceklerdir. Üçü de ayrı şahsiyettir. Denilen son derece açıktır: 1+1+1= 1 yani 1=3 yahut 3=1.
Bu nedenle Kartacalı teolog Tertullianus (MS 160-225) boş yere “Kişi anlamında üç ama töz anlamında bir varlık. İnanıyorum çünkü saçma.” dememiştir. Çünkü söylenen gerçektende akıl-dışıdır.(Akıl-üstü değil )
Yapılan burada da yine aynıdır. Tanrı’yı “Oğul/İsa” vasıtasıyla somut hale getirmek. Ona dokunmak, görmek ve bizzat onunla hasbıhal etmek.
İşte Tertullianus tarafından saçma bulunan bu inanç Hegel tarafından Hristiyanların öteki dinlere olan üstünlüğü olarak nitelenir. Çünkü burada tinin/ruhun doğası açıklanmaktadır. İlkin Baba kendini saklayan soyut genellik iken sonra da oğul olarak kendisini açmıştır. Kendi ifadesi ile “Tek başına ne biri ne öteki, fakat ikisinin bütünü tindir”( Tarihte Akıl. Kabalcı Yay. 1995 Sf:61) Demek istemektedir ki duyum/hissetme düzeyinde ele alındığında Tanrı bir sevgidir tıpkı başkasına kendisi olarak sahip olmanın öncesiz sonrasız sevgisi gibi.
İşte buradan hareketle Hegel felsefe de usun idesinin üçlemede bulunacağını iddia eder.
Hegel yeryüzündeki Hıristiyanlık harici dinlerde mutlak olan güç ile sonlu olan insanın birbirinden ayrılmasına değindikten sonra kendi ifadesi ile aynen şöyle der:
“O zaman da ortada cismi olmayan bir isim kalmaktadır. Musevilikte ayrıca Müslümanlıkta, Türklere geçip onların tasarımınca belirlenen günümüzün bu anlak dininde bu böyledir” (.Sf:125)
Hegel, panteizmde doğa ile tanrının birleşmesinde Tanrının içeriğinin boşalacağını, tanrı ve özne adına ne varsa yiteceğini vurgular. Ona göre en iyisi Yunan sanatındaki tanrı ve insan doğalarının birliğidir. Bunun en ideali ise İsa’da dile geldiği ölçüde tenleşme, insan- biçimciliktir.
Hegel buradan devletin Tanrının yeryüzündeki yürüyüşüdür çıkarımında bulunduktan sonra konuyu sanata getirir. Zira ona göre “Tin Musevilik ve Müslümanlar da olduğu gibi insanın karşıtı olarak her türlü canlı biçiminden soyutlanmış olarak kavranıyorsa, böyle bir kavrayışta görsel sanatlara yer yoktur. Doğru diye alınan şey orada biçime girmeye katlanmaz”(Sf:131)
Yine buradan hareketle “somut felsefe yalnızca Yunanlılarda ve Hıristiyanlarda olabilir” der.(Sf:133)
Ne kadar garip değil mi? Bir teologun “İnanıyorum çünkü saçma” dediği bir hususta bir filozof devletten tutunda felsefe, us ve sanata kadar pek çok marifet bulabilmektedir.
Yeri gelmişken değinelim: Teslis konusu tarihte pek çok tartışmalara ve ayrılıklara sebebiyet vermiştir. Varlığında iki doğaya (insan ve tanrı) sahip olan İsa’yı doğuran Meryem’in vaziyeti nasıl izah edilecektir?
Tanrı doğuran Meryem, insan mıdır yoksa bir Tanrı mı?
Sanırım bu kadar kafa karışıklığından sonra yapılacak en akıllıca iş İhlas suresini üzerinde durarak ve düşünerek yeniden okumak olsa gerektir.