Haz ve hız nereye...
Yaşadığımız çağı tarif
edenler, haz ve hız çağı diye tarif ediyorlar. Gelişen teknoloji ve
imkânlar, insanı tıpkı bir yarış içerisindeymiş gibi sürekli bir koşturmaca ve
telâşa sevk ediyor. Eğitim sisteminden tutun, hayatın her alanında bu
koşturmaca ve yarış hâkim. Artık gideceğimiz yere en hızlı, en kısa, en
kestirme vasıta ve yol hangisiyse onu tercih ediyoruz. Modern dönemin
gönüllerimize ve zihinlerimize işlediği; “Zamanım yok!” hastalığı
her yanımızı sarmış durumda. Kestirme yoldan gideceği yere varmak, insanların
maddî hayatlarına dahi sirâyet etmiş, kısa ve kolay köşe dönmek diye bir
felsefe gelişmiş, bunun için her türlü film, fırıldak çevirmek mubah görülür
hâle gelmiştir.
Modern zamanlar, her ne kadar
hızlı yaşayan ve hızlı gidenin menziline ulaştığını zannetse de asıl
menzillerine varanlar; hakikatte zaman ve mekânın farkında olan ve bu
nimetlerden tam mânâsı ile istifade edenlerdir. Modern çağın insanı; bilimde,
teknolojide ve nefsinin arzu ettiği bütün imkânlara ulaşma noktasında zengin,
ama zamandan yana yoksul bir topluluk. Bu çağın insanı; elindeki
vasıtaları kendi ihtiyacı için kullanmak yerine, maalesef bu vasıtalar
tarafından kullanılmaktan imtinâ etmiyor.
Ehl-i kelâm; “Düşünmek için
durmak lâzım” der. Haz ve hız çağında kendimize gelip durursak,
çevremizde dönen âlemi ve onu yaratanı tefekkür edebilme fırsatını
yakalayacağız. Hayatı sadece madde gözlüğüyle değerlendiren bir bakış açısının
sinsice zihin dünyalarımızı şekillendirdiği bir çağdayız. Toplum ve ümmet
olarak; vahyin terbiyesinden ve Resulullah'ın (sav) nebevi örnekliğinden
gittikçe uzaklaştığımız bir zaman diliminden geçmekteyiz.
Kur'an ve Sünnet ışığında Müslümanca
düşünmek ve Allah’ın rızasına uygun hareket etme sorumluluğundan gittikçe
uzaklaşıyoruz. Hız ve haz çağının rüzgârlarına kapıldığımız oranda aslında aynı
hızla kendi değerlerimizden uzaklaşıyoruz da farkında değiliz. Haz ve hız
tutkusu; durup düşünmeye, vicdanımızın sesine kulak vermeye, akletmeye fırsat
vermiyor. Dünyaya öylesine ram olduk ki, önümüzde bekleyen yapılacak işler
listesi, içine çekilmekte olduğumuz girdapları görmemize perde oluyor.
Hayatı son derece kolaylaştıran,
işlerin daha kısa sürede yapılmasını sağlayan teknolojik araç gereçlere rağmen
bedenler, zihinler, gönüller hep yorgun. Dünyanın öbür ucu ile dahi anında
iletişim imkânı varken, insanlık ne çok yalnızlık çekiliyor. İnsanlar tüm bu
imkânların göbeğinde iletişim eksikliğinden kaynaklanan nice sorunlar yaşanıyor.
Aileden başlayarak toplumun hemen her kesiminde sorun yumakları katlanarak
devam ediyor. Gözler kulaklar veri bombardımanı altında… Gerekli gereksiz
malûmatla dolan zihinler ve kalpler insan olmaya, anlamlı bir hayat sürmeye
dair asıl içselleştirmesi gereken öğrenmelere fırsat bulamıyor. Teknoloji
dünyanı bir köy halene getirmiş amma en yakınların bile birbirlerine uzak ve
yabancılaştığı bir köy…
Hız ve hazlar bizi o kadar
savurdu ki, biz artık biz değiliz gibi… Dilimizle elhamdülillah Müslümanım
diyoruz ama düşüncelerimiz, kalıplarımız, tavırlarımız, tutum ve davranışlarımız
kısaca hâl dilimiz adeta bunun aksini haykırıyor. Öyle savrulduk ki, çoğunlukla
bu yabancılaşmayı artık dert de etmiyoruz. Öyle ki, kendi değerlerimize
yabancılaşan toplumsal yaşantı içinde yaygın kabul gören hal ve hareketleri
sorgulamayı düşünmüyoruz. İmanımızın gereği olan İslami ölçülerinden uzak
düşünce gördüğümüz, içinde bulunduğumuz durum “normal”leşiyor. Meşhur tabirle; “inandığımız
gibi yaşamayınca, yaşadığımız gibi inanmaya başlıyoruz.
Batı kültürünün sonucu olan
dünyevileşme, hayata dair algımızı ve anlam dünyamızı şekillendirmeye başladı.
Bu kültürün ürünü olan “Homo economicus” tabirini bilmiyor veya kendimizi
tanımlarken böyle bir ifade aklımızın ucundan dahi geçmiyor olabilir. Ama sırf
kazanan olmak amacıyla her şeyi, herkesi gözden çıkarabilir ve rakip
gördüklerimizi geçmek adına merhamet ve insaf duygularını bir tarafa koymuş
bulunuyoruz. Zire kapitalizmin; “Her şey benimdir, altta kalanın canı çıksın”
felsefesi adeta hücrelerimize işler hale geldi. Özellikle son yıllarda kira,
oto ve AVM gibi yerlerdeki ayarsız ve insafsız artışlar bunun açık örneğidir.
Batıyı adeta kıble edinen insanlar “sınırlı kaynaklarla sınırsız ihtiyaçlarını
karşılamaya çalışan ve sürekli çıkarlarını maksimize etmeye çalışan” biyonik
robotlara dönüşmüş durumdadır.
Hâlbuki biz böyle değildik. Biz
ezelden ebede devam eden ve asla eskiyip yıpranmayan bir medeniyetin
temsilcileriyiz. Sadece kendi toplumumuz değil, tüm insanlığın da yegâne
kurtuluş reçetesi bizim medeniyetimiz olan İslam’dadır. Biz; “Rızkı veren
Allah’tır, rızkı edinmenin yolu sa’y-ü gayrettir” ekmeğimizi muhtaç olanla
paylaşmayı öncelerdik. Biz kazanırken helal haram gözetir, asla kul hakkına
girmeye tevessül etmezdik. Şükrün gereği olarak da öşür ve zekât müessesiyle
paylaşmayı kardeşlik borcu bilirdik. Allah’a şükrü unutmadan, dahası
kazandıklarında ailesinin, akrabasının, komşusunun ve ihtiyaç sahiplerinin de
hakkı bulunduğunu bilen bir ümmet idik.
Şu halde gelin biz aslımıza
dönelim. Maddeyi putlaştıran; açgözlü, bencil ve egoist batı kültürü bize göre
değil. Sadece kendi çıkar ve menfaatini düşünen, çıkar, menfaat ve hazları
uğruna insani değerlerini yitiren batı kültürü medeniyet değil, olsa olsa
edeniyet olur. İnsanlık; sükûnet, huzur ve selamet düşünüyorsa İslam’a
gelmelidir. Barış ve esenlik, hayır ve bereket arıyorsa İslam medeniyetiyle
kucaklaşmak zorundadır.