Dolar (USD)
35.18
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2966.40
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

​Haz ve hız nereye...

Yaşadığımız çağı tarif edenler, haz ve hız çağı diye tarif ediyorlar. Gelişen teknoloji ve imkânlar, insanı tıpkı bir yarış içerisindeymiş gibi sürekli bir koşturmaca ve telâşa sevk ediyor. Eğitim sisteminden tutun, hayatın her alanında bu koşturmaca ve yarış hâkim. Artık gideceğimiz yere en hızlı, en kısa, en kestirme vasıta ve yol hangisiyse onu tercih ediyoruz. Modern dönemin gönüllerimize ve zihinlerimize işlediği; “Zamanım yok!” hastalığı her yanımızı sarmış durumda. Kestirme yoldan gideceği yere varmak, insanların maddî hayatlarına dahi sirâyet etmiş, kısa ve kolay köşe dönmek diye bir felsefe gelişmiş, bunun için her türlü film, fırıldak çevirmek mubah görülür hâle gelmiştir.

Modern zamanlar, her ne kadar hızlı yaşayan ve hızlı gidenin menziline ulaştığını zannetse de asıl menzillerine varanlar; hakikatte zaman ve mekânın farkında olan ve bu nimetlerden tam mânâsı ile istifade edenlerdir. Modern çağın insanı; bilimde, teknolojide ve nefsinin arzu ettiği bütün imkânlara ulaşma noktasında zengin, ama zamandan yana yoksul bir topluluk. Bu çağın insanı; elindeki vasıtaları kendi ihtiyacı için kullanmak yerine, maalesef bu vasıtalar tarafından kullanılmaktan imtinâ etmiyor.

Ehl-i kelâm; “Düşünmek için durmak lâzım” der. Haz ve hız çağında kendimize gelip durursak, çevremizde dönen âlemi ve onu yaratanı tefekkür edebilme fırsatını yakalayacağız. Hayatı sadece madde gözlüğüyle değerlendiren bir bakış açısının sinsice zihin dünyalarımızı şekillendirdiği bir çağdayız. Toplum ve ümmet olarak; vahyin terbiyesinden ve Resulullah'ın (sav) nebevi örnekliğinden gittikçe uzaklaştığımız bir zaman diliminden geçmekteyiz.

Kur'an ve Sünnet ışığında Müslümanca düşünmek ve Allah’ın rızasına uygun hareket etme sorumluluğundan gittikçe uzaklaşıyoruz. Hız ve haz çağının rüzgârlarına kapıldığımız oranda aslında aynı hızla kendi değerlerimizden uzaklaşıyoruz da farkında değiliz. Haz ve hız tutkusu; durup düşünmeye, vicdanımızın sesine kulak vermeye, akletmeye fırsat vermiyor. Dünyaya öylesine ram olduk ki, önümüzde bekleyen yapılacak işler listesi, içine çekilmekte olduğumuz girdapları görmemize perde oluyor.

Hayatı son derece kolaylaştıran, işlerin daha kısa sürede yapılmasını sağlayan teknolojik araç gereçlere rağmen bedenler, zihinler, gönüller hep yorgun. Dünyanın öbür ucu ile dahi anında iletişim imkânı varken, insanlık ne çok yalnızlık çekiliyor. İnsanlar tüm bu imkânların göbeğinde iletişim eksikliğinden kaynaklanan nice sorunlar yaşanıyor. Aileden başlayarak toplumun hemen her kesiminde sorun yumakları katlanarak devam ediyor. Gözler kulaklar veri bombardımanı altında… Gerekli gereksiz malûmatla dolan zihinler ve kalpler insan olmaya, anlamlı bir hayat sürmeye dair asıl içselleştirmesi gereken öğrenmelere fırsat bulamıyor. Teknoloji dünyanı bir köy halene getirmiş amma en yakınların bile birbirlerine uzak ve yabancılaştığı bir köy…

Hız ve hazlar bizi o kadar savurdu ki, biz artık biz değiliz gibi… Dilimizle elhamdülillah Müslümanım diyoruz ama düşüncelerimiz, kalıplarımız, tavırlarımız, tutum ve davranışlarımız kısaca hâl dilimiz adeta bunun aksini haykırıyor. Öyle savrulduk ki, çoğunlukla bu yabancılaşmayı artık dert de etmiyoruz. Öyle ki, kendi değerlerimize yabancılaşan toplumsal yaşantı içinde yaygın kabul gören hal ve hareketleri sorgulamayı düşünmüyoruz. İmanımızın gereği olan İslami ölçülerinden uzak düşünce gördüğümüz, içinde bulunduğumuz durum “normal”leşiyor. Meşhur tabirle; “inandığımız gibi yaşamayınca, yaşadığımız gibi inanmaya başlıyoruz.

Batı kültürünün sonucu olan dünyevileşme, hayata dair algımızı ve anlam dünyamızı şekillendirmeye başladı. Bu kültürün ürünü olan “Homo economicus” tabirini bilmiyor veya kendimizi tanımlarken böyle bir ifade aklımızın ucundan dahi geçmiyor olabilir. Ama sırf kazanan olmak amacıyla her şeyi, herkesi gözden çıkarabilir ve rakip gördüklerimizi geçmek adına merhamet ve insaf duygularını bir tarafa koymuş bulunuyoruz. Zire kapitalizmin; “Her şey benimdir, altta kalanın canı çıksın” felsefesi adeta hücrelerimize işler hale geldi. Özellikle son yıllarda kira, oto ve AVM gibi yerlerdeki ayarsız ve insafsız artışlar bunun açık örneğidir. Batıyı adeta kıble edinen insanlar “sınırlı kaynaklarla sınırsız ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan ve sürekli çıkarlarını maksimize etmeye çalışan” biyonik robotlara dönüşmüş durumdadır.

Hâlbuki biz böyle değildik. Biz ezelden ebede devam eden ve asla eskiyip yıpranmayan bir medeniyetin temsilcileriyiz. Sadece kendi toplumumuz değil, tüm insanlığın da yegâne kurtuluş reçetesi bizim medeniyetimiz olan İslam’dadır. Biz; “Rızkı veren Allah’tır, rızkı edinmenin yolu sa’y-ü gayrettir” ekmeğimizi muhtaç olanla paylaşmayı öncelerdik. Biz kazanırken helal haram gözetir, asla kul hakkına girmeye tevessül etmezdik. Şükrün gereği olarak da öşür ve zekât müessesiyle paylaşmayı kardeşlik borcu bilirdik. Allah’a şükrü unutmadan, dahası kazandıklarında ailesinin, akrabasının, komşusunun ve ihtiyaç sahiplerinin de hakkı bulunduğunu bilen bir ümmet idik.

Şu halde gelin biz aslımıza dönelim. Maddeyi putlaştıran; açgözlü, bencil ve egoist batı kültürü bize göre değil. Sadece kendi çıkar ve menfaatini düşünen, çıkar, menfaat ve hazları uğruna insani değerlerini yitiren batı kültürü medeniyet değil, olsa olsa edeniyet olur. İnsanlık; sükûnet, huzur ve selamet düşünüyorsa İslam’a gelmelidir. Barış ve esenlik, hayır ve bereket arıyorsa İslam medeniyetiyle kucaklaşmak zorundadır.