Hayatlarımız
Bir günü nasıl yaşıyorsak hayatlarımız da öyle geçiyor. Güçsüz olduğumuz, güçsüz bırakıldığımız, geceden yorgun uyuduğumuz için erken uyanınca dalgın, geç uyanınca telaşlı ama genellikle verimsiz geçiyor günlerimiz. Ya dalgınlık çarpıyor bize ya da telaşlarımız hataya, hatalarımız diyete, diyetlerimiz mutsuzluğa dönüşüyor kendiliğinden. Ömürlerimiz de öyle. Ya geç başlayıp erken bitiyor ya erken başlayıp yetişmeye çalışıyor ya da zaten hiç başlamamış gibi öylesine, rastgele akıp gidiyor. Hüzün bahçesinde sevinç, güvensizlik bahçesinde güven, korku bahçesinde cesaret, zulüm bahçesinde merhamet yetiştirmeye çalışıyoruz, olmuyor. Yetiştirdiğimiz çiçekler hiçbir şeye benzemiyor. Ya rengi soluk ya kokusu yok veya aslında gerçeğinin kötü bir taklidi yapıp ettiklerimiz…
Gül bahçesine doğmadığımız kesin, gözlerimizi talan edilmiş bahçelere açtığımız da... Elimizi neye atsak bizden önce çiğnenmiş, hırpalanmış, zedeli… Yediğimiz meyveler de bizim gibi, bahar güneşini çoktan ıskalamış, yaz güneşine yetişememiş, güz güneşine yetişmeye çalışıyor nefes nefese. Hangi dala baksak üzgün, hangi yaprağa baksak dalından kopmaya hazır bekliyor. Ya ham meyvelerimiz ya hırpalanmış veya çoktan çürümüş. Her umudun bir hayal kırıklığına çarpması belki de bu yüzden. Her tebessümün ansızın somurtuşa dönüşmesi, her hevesin büyük bir yeis duvarına toslaması… Umut yüz çevirince anılara dönüyoruz çaresiz. Geleceğini yitirmiş, şimdisi darmadağın olanın elindeki tek servete sarılıyoruz böylece, geçmişimize... Bugünden ziyade geçmişe yönelmemizin, gelecekten ziyade şimdiyi kurtarma telaşımızın altında başka hangi gerekçeyi aramalı ki?… Geleceği elinden alınanların geçmişlerinden başka neleri var ki? Hüznü seviyorsak, belli ki sevinçler bizi yalnız bırakmış, ayrılığa katlanıyorsak belli ki vuslat çoktan terk etmiş bizi, günbatımına böylesine derinden bakışımızın sebebi gündoğumunu kaçırmış olmamızdan başka nedir ki? İşte bu yüzden gerçeğe kapalı gözlerimiz, işte bu yüzden hayalperestiz. Hayalperestliğimizin, gerçeği göremeyişimizin, her bakışa mutlaka bir iyimserlik ekleyişimizin altında gerçeğin alabildiğine kaba, hoyrat ve zalim oluşunun payı yok mu? Kaza anında gözlerini ansızın kapatan kazazedeler gibi her günümüz… Ve ömrümüz, baştan aşağı bereli günlerin toplamı…
Daha baştan, en başından bir yol haritası çizdiğimiz doğrudur. Hayal kurmasın da ne yapsın çocuk? Ben mevki makam sahibi olacağım, ben para kazanacağım, ben idealist olacağım, ben işte öylesine, dingin bir hayat yaşayacağım… Ben siyasetçi olacağım, ben tüccar olacağım, ben akademisyen olacağım, dava adamı olmaya karar verdim. Çizdiğimiz yolda yürümediğimiz de doğrudur. Mevki makam bana göre değilmiş, para kazanmak da neymiş, idealizm çağı bitmiş, dünyada dinginlik yaşanacak yer mi kalmış… Mevki makam ama biraz da zengin olmak varmış, idealizm ama biraz da siyaset lazımmış, dinginlik ama insan olduğu yerde, öylesine duramıyor ki bir şeylere karışmak icap edermiş… Bu kadar çalıştım çabaladım, buralara kadar geldim, cebime az bir para girse fena mı olur, biraz daha, biraz daha kazanmalı insan, öldükten sonra bile kazanmaya devam etmeli ama hani işin içine az bir siyaset de karışsa fena olmaz, idealizm biraz da görünürlük, şan, şöhret ve mülkiyet değil midir, hadi biraz da ona dalalım… Hiçbir şey olamayınca kendini her şey olmaya ikna eden hayatlarımız…
Böylece geçiyor günlerimiz, böylece geçti gitti işte. Başladığımız hiçbir şeyin sonunu getiremediğimiz gibi verdiğimiz sözleri de tutamadık, ettiğimiz yeminlere de sadık kalamadık. Öylesine, bölük pörçük geçen günler gibi, öylesine bölük pörçük hikayelerimiz oldu. Hayat yolculuğunda, üzerimize aldığımız esvaplar ya kendiliğinden epridi veya sağa sola takılarak söküldü. Şimdi, dikmeye kalksak bile sırıtıyor. Ne o iğne iplik var ne o kumaş kaldı. Şimdi, söküklerimize eklediğimiz ne varsa ya çirkin veya gülünç bir yamadan öte anlam ifade etmiyor. Yine konuşuyoruz o konuları. Yine dünya meselelerini, ‘Türkiye nasıl kurtulur’u, ‘bir gün biz başa geçersek’i, Amerikan haydutluğunu, İsrail mezalimini, Filistin mağduriyetini, siyaseti, ekonomiyi, güncel yaşamı, sanatı, edebiyatı ama eskisi gibi değil. Dünya o güne göre daha kötü bir dünya. Hayat o güne göre daha sevimsiz bir hayat. İnsanlar o insanlara göre daha soluk, daha dışarıdan bakıyor hayata. Yürekler o güne göre daha yeğni, dikkatler daha dağınık, hissedişler daha anlık… Işığını yitirmiş güneş gibi her birimizin cümleleri karanlıkta görünüp kayboluyor. Kelimelerimiz paslı, cümlelerimiz tutuk, heyecanlarımız planlı, gevşek, ruhunu yitirmiş…
Bitiş çizgisini görsek bile yere yığılıyoruz yorgunluktan. Karayı görüyor, ayak basmaya derman bulamıyoruz, onca okyanus yolculuğunun ardından. Her şeyimiz yarım kalıyor. Ya iyi başlıyoruz kötü bitiriyoruz ya iyi başlıyor yarım bırakıyoruz ya da belki hatta hiç başlamıyoruz. Yaptığımız her şeyde bir eksik var, söylediğimiz her cümlede bir burukluk bu yüzden. Yarım yamalak hayatlardan tekmilibirden ömürler çıkmıyor ne yazık ki. Hepimizin hayatında bir boşluk, hepimizin içinde bir yarım bırakmışlık, hepimizin yüzünde bir ihmal edilmişlik, değer görmemişlik var. Sahi biz nerede hata yaptık?