Dolar (USD)
35.18
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2966.40
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
01 Şubat 2023

Hayatın Tadı ve Tuzu

Hayatın tadı kaçtı. Belli ki tuzun kokması da bununla ilgili… Doğrusu, hayatın tadıyla tuzu arasında görünmez bir bağ var ve tuz da tada dahil. Hayatın tadı deyince ben ondan keyif almayı anlıyorum. İnsan olarak doğmayı, yaşamayı, mücadele etmeyi ve insan kalarak ölmeyi anlıyorum. Hayatın tuzu deyince de bütün bunları olanaklı kılan ara mekanizmaları kastediyorum. İnsan olarak doğmanın şartlarını, insanca yaşamanın, ayakta kalmanın imkanlarını, insanlığından taviz vermemek için başvurduğun mücadele aygıtlarının kullanılabilir oluşunu ve ölürken bile gözlerini arkada bırakmayacak sağlıklı bir kurguyu tam olarak… Böylece ve ancak bununla, bu sayede insan olarak doğmanın tadı insanca yaşamanın tuzu ile birleşiyor ve yine bunlar üzerinden beşer kendini hayvanlardan ayırt edebiliyor.

İnsan olarak doğmaya dair gurur genellikle uzaktan bakışa ve biraz da duyularının gözlerini kendine çevirmeye dairdir. Kendi hissedişlerine açık, başkalarının hissedişlerine kapalı iç dünyalar keyif ehlidir. Çalışıyorsunuz ve evden çıktığınız dirilikle ofisinize vardınız. Kendinizi koltuğunuza bırakır, evet ya dersiniz, hayat bu işte. Sağlığınız yerinde, bilinciniz açık, amacınız önünüzde yaptığınız/yapacaklarınız belli, çevrenizdekilerle aranız iyi… Hayatın tadı burada kendini bütün yalınlığıyla gösterir. Hele bir de yaptıklarınızın karşılığını alıyor, aldığınızı güvenle harcayabiliyorsanız sizden iyisi yok. İşler yolunda, sağlığınız eyleyişinize izin veriyor ve çevrenizdeki insanlar size gıptayla bakıyorken hayatın bütün tadı damaklarınıza akar. Hayata böyle tek kişilik pencereden bakınca, diğer kişileri görmemek için araya buzlu camlar yerleştirince sorun yok elbette. İncek veya Çukurambar’dan bakanlar Mamak’ı, Demet’i nasıl görsün? Sorun tam da bakışımızı kendimizden ötekilere, hayatın tadından tuzuna kaydırınca yüzeye çıkıyor, ayan beyan görünür hale geliyor.

Ben iyiyim ve işlerim yolunda. Peki ya ötekiler? Kendini kötü hissedenler, işleri yolunda gitmeyenler, iflasın eşiğindekiler, iflas etmiş olanlar, dükkanlarının darabasını neredeyse bir daha açmayacak şekilde aşağı indirmiş olanlar?.. Benim bir işim var ve sistem tıkır tıkır işliyor. Peki ya ötekiler? İş bekleyenler, işi olmayanlar, kuyruktakiler, kendilerine sıra hiç gelmeyecek olanlar?.. Benim sağlığım yerinde, “bir elim yağda, diğeri balda; yediğim önümde, yemediğim ardımda.” Peki ya diğerlerinin?.. Hastalar, ilaç bulamayanlar, çaresizler, evsizler, sokakta yatanlar, çöp toplayıcıları, işsizler, açlar, susuzlar?.. Bir sıcak yuvası olmak, iyi kötü evinin bacası tütmek, evinden çıkarken işyerine sorunsuz varmak, iş yerinde arkadaşları kendine saygı göstermek, üretmek, ürettikçe kendini iyi hissetmek, arkadaşları kendini sevmek, arkadaşlarını kendi sevmek.. bütün bunlar hayatın tadına dahildir ve insana insan oluşunu defalarca hatırlatır. Ama insan oluşunu hatırlamak, yoluna insanca devam etmenin garantisini sunmaz. Biraz daha dikkatli bakınca hayatın bir de tuzu olduğunu ve tadın tuzla takviye edilmesi gerektiğini, yoksa her an ağzımızın tadını kaçıracak bir vesileyle karşılaşabileceğimizi düşünmeli değil mi biraz da? İnsan olmak bizden bunu talep etmez mi? Son aşamada devlet sadece bize çalışıyor, kurumlar sadece bizim için koşturuyor, söylemler sadece bize yöneliyor, hak ve adalet sadece bizim sözcülüğümüzü yapıyor, fırsatlar sadece bize açılıyor diye kendimizi dünyanın en mutlu insanı addetmek bütün bunların yüzüne kapandığı insanlara gözlerimizi kapatmak insanlık onurumuzdan bir şeyleri alıp götürmez mi? Ya da hatta belki de sahibi kendine iyi davranan, en güzel yoncaları tüketen bir keçinin sahip olduğu huzurdan insan olmanın tadını nasıl ayırt edeceğimizi sormalı değil miyiz?

Hayatın tadı bireysel huzurdan, hayatın tuzu kolektif huzurdan geçer. Mutluluğu başkalarının mutsuzluğuna endekslenmiş olan insanlar hayatın tadını çıkarabilirler ama orada her zaman, derinlerde bile olsa tuz yokluğuna dair bir rahatsızlık potansiyel olarak durur. Günü, vakti gelince dışarı çıkmak için bekler. Tat içeriden dışarıya; tuz, dışarıdan içeriye yönelen bir muhatap olarak insanla ilişki kurar. Bu sebepten de hayata sadece kendi gözleriyle bakan, kendi çıkarları dışında hiçbir çıkar gözetmeyen, kendilerine son derece açık, başkalarına sonsuza kadar kapalı insanlar için “hayatın tadını çıkarıyorum” cümlesi bir şey ifade edebilir ama kendisi dahil gözlerini dünyanın tamamına çeviren, her haksızlıkta kendine dokunan bir taraf bulan, her adaletsizlikten biraz da kendini sorumlu tutan insanlar için hayatın tadını çıkarmak diye bir şey yoktur. Tuzun koktuğunu gören göz kendini hayatın tadından men etmiyorsa insanlığından şüphe etmelidir. Ve orada artık paradigmaya, algoritmaya, sisteme, kurumsallığa, söyleme yönelik önce bir eleştiri alanı inşa etmeli, sonra oradan muhalif bir kimlik devşirmelidir. Titanik kayalara yaklaşırken dans edenler gemi battığında kulaç atma gücünü kaybetmişlerdi. Dünyanın son insanı da hakkını almadığı sürece kendini mutlu addeden hangi insana onur bahşedebiliriz ki? Hakkını almanın canını kurtarmaktan çok daha zor olduğu süreçlerde hak yiyenlere övgüler düzme onursuzluğunu göstermekten daha alçaltıcı ne olabilir?

Ve şunu biliyoruz artık: Tuz satanların en çok tuza ihtiyacı var ve hiçbir tat kötü kokuyu gidermez.