Hayatın Tadı ve Tuzu
Hayatın tadı kaçtı. Belli ki tuzun kokması da bununla ilgili… Doğrusu, hayatın tadıyla tuzu arasında görünmez bir bağ var ve tuz da tada dahil. Hayatın tadı deyince ben ondan keyif almayı anlıyorum. İnsan olarak doğmayı, yaşamayı, mücadele etmeyi ve insan kalarak ölmeyi anlıyorum. Hayatın tuzu deyince de bütün bunları olanaklı kılan ara mekanizmaları kastediyorum. İnsan olarak doğmanın şartlarını, insanca yaşamanın, ayakta kalmanın imkanlarını, insanlığından taviz vermemek için başvurduğun mücadele aygıtlarının kullanılabilir oluşunu ve ölürken bile gözlerini arkada bırakmayacak sağlıklı bir kurguyu tam olarak… Böylece ve ancak bununla, bu sayede insan olarak doğmanın tadı insanca yaşamanın tuzu ile birleşiyor ve yine bunlar üzerinden beşer kendini hayvanlardan ayırt edebiliyor.
İnsan olarak
doğmaya dair gurur genellikle uzaktan bakışa ve biraz da duyularının gözlerini
kendine çevirmeye dairdir. Kendi hissedişlerine açık, başkalarının
hissedişlerine kapalı iç dünyalar keyif ehlidir. Çalışıyorsunuz ve evden çıktığınız dirilikle
ofisinize vardınız. Kendinizi koltuğunuza bırakır, evet ya dersiniz, hayat bu
işte. Sağlığınız yerinde, bilinciniz açık, amacınız önünüzde
yaptığınız/yapacaklarınız belli, çevrenizdekilerle aranız iyi… Hayatın tadı
burada kendini bütün yalınlığıyla gösterir. Hele bir de yaptıklarınızın
karşılığını alıyor, aldığınızı güvenle harcayabiliyorsanız sizden iyisi yok.
İşler yolunda, sağlığınız eyleyişinize izin veriyor ve çevrenizdeki insanlar size
gıptayla bakıyorken hayatın bütün tadı damaklarınıza akar. Hayata böyle tek
kişilik pencereden bakınca, diğer kişileri görmemek için araya buzlu camlar
yerleştirince sorun yok elbette. İncek veya Çukurambar’dan bakanlar Mamak’ı,
Demet’i nasıl görsün? Sorun tam da bakışımızı kendimizden ötekilere, hayatın
tadından tuzuna kaydırınca yüzeye çıkıyor, ayan beyan görünür hale geliyor.
Ben iyiyim ve
işlerim yolunda. Peki ya ötekiler? Kendini kötü hissedenler, işleri yolunda
gitmeyenler, iflasın eşiğindekiler, iflas etmiş olanlar, dükkanlarının
darabasını neredeyse bir daha açmayacak şekilde aşağı indirmiş olanlar?.. Benim
bir işim var ve sistem tıkır tıkır işliyor. Peki ya ötekiler? İş bekleyenler,
işi olmayanlar, kuyruktakiler, kendilerine sıra hiç gelmeyecek olanlar?.. Benim
sağlığım yerinde, “bir elim yağda, diğeri balda; yediğim önümde, yemediğim
ardımda.” Peki ya diğerlerinin?.. Hastalar, ilaç bulamayanlar, çaresizler,
evsizler, sokakta yatanlar, çöp toplayıcıları, işsizler, açlar, susuzlar?.. Bir
sıcak yuvası olmak, iyi kötü evinin bacası tütmek, evinden çıkarken işyerine
sorunsuz varmak, iş yerinde arkadaşları kendine saygı göstermek, üretmek,
ürettikçe kendini iyi hissetmek, arkadaşları kendini sevmek, arkadaşlarını
kendi sevmek.. bütün bunlar hayatın tadına dahildir ve insana insan oluşunu
defalarca hatırlatır. Ama insan oluşunu hatırlamak, yoluna insanca devam
etmenin garantisini sunmaz. Biraz daha dikkatli bakınca hayatın bir de tuzu
olduğunu ve tadın tuzla takviye edilmesi gerektiğini, yoksa her an ağzımızın
tadını kaçıracak bir vesileyle karşılaşabileceğimizi düşünmeli değil mi biraz
da? İnsan olmak bizden bunu talep etmez mi? Son aşamada devlet sadece bize
çalışıyor, kurumlar sadece bizim için koşturuyor, söylemler sadece bize
yöneliyor, hak ve adalet sadece bizim sözcülüğümüzü yapıyor, fırsatlar sadece
bize açılıyor diye kendimizi dünyanın en mutlu insanı addetmek bütün bunların
yüzüne kapandığı insanlara gözlerimizi kapatmak insanlık onurumuzdan bir
şeyleri alıp götürmez mi? Ya da hatta belki de sahibi kendine iyi davranan, en
güzel yoncaları tüketen bir keçinin sahip olduğu huzurdan insan olmanın tadını
nasıl ayırt edeceğimizi sormalı değil miyiz?
Hayatın tadı
bireysel huzurdan, hayatın tuzu kolektif huzurdan geçer. Mutluluğu başkalarının
mutsuzluğuna endekslenmiş olan insanlar hayatın tadını çıkarabilirler ama orada
her zaman, derinlerde bile olsa tuz yokluğuna dair bir rahatsızlık potansiyel
olarak durur. Günü, vakti gelince dışarı çıkmak için bekler. Tat içeriden
dışarıya; tuz, dışarıdan içeriye yönelen bir muhatap olarak insanla ilişki
kurar. Bu sebepten de hayata sadece kendi gözleriyle bakan, kendi çıkarları
dışında hiçbir çıkar gözetmeyen, kendilerine son derece açık, başkalarına
sonsuza kadar kapalı insanlar için “hayatın tadını çıkarıyorum” cümlesi bir şey
ifade edebilir ama kendisi dahil gözlerini dünyanın tamamına çeviren, her
haksızlıkta kendine dokunan bir taraf bulan, her adaletsizlikten biraz da
kendini sorumlu tutan insanlar için hayatın tadını çıkarmak diye bir şey
yoktur. Tuzun koktuğunu gören göz kendini hayatın tadından men etmiyorsa
insanlığından şüphe etmelidir. Ve orada artık paradigmaya, algoritmaya,
sisteme, kurumsallığa, söyleme yönelik önce bir eleştiri alanı inşa etmeli,
sonra oradan muhalif bir kimlik devşirmelidir. Titanik kayalara yaklaşırken
dans edenler gemi battığında kulaç atma gücünü kaybetmişlerdi. Dünyanın son
insanı da hakkını almadığı sürece kendini mutlu addeden hangi insana onur
bahşedebiliriz ki? Hakkını almanın canını kurtarmaktan çok daha zor olduğu
süreçlerde hak yiyenlere övgüler düzme onursuzluğunu göstermekten daha
alçaltıcı ne olabilir?
Ve şunu
biliyoruz artık: Tuz satanların en çok tuza ihtiyacı var ve hiçbir tat kötü
kokuyu gidermez.