Hayatın Merkezi Nereye Düşer?
“Hayatın Merkezi” tabiri, kapitalizm çarklarının daha acımasız dönmesini isteyenler ve bu durumun devam etmesini arzu edenlerce oldukça iştah açıcı ve anlamlı bir slogan. Fakat bu tanımlamanın üzerindeki romantizm tozları üfürüldüğünde, modern hayatın dayattığı bir ayrımcılık ortaya çıkar. Tevhid inancı bu ayrımcılığın zararlı etkilerini asgari seviyede tutulmasını sağlar. Çünkü bir Müslüman için hayatın merkezinde ne olması gerektiği bellidir.
İslam medeniyetinin şehirlerine
baktığımızda “Hayatın Merkezi” denilerek doldurulacak bir alan varsa oranın
mutlak suretle cami ile hayatın merkezi haline geldiğini/getirildiğini görürüz.
İlk örneğini Kâbe’de gördüğümüz bu durum bize, Kâbe etrafında yeşeren/yeşillenen
bir medeniyeti, o medeniyetin merkezindeki Kâbe’yi, dolayısıyla tevhit inancının
hayatın merkezine İlahi olarak yerleştirildiğini hatırlatır. Bununla birlikte neyin
etrafında toplanmamız ve neyi hayatın merkezi haline getirmemiz gerektiği
sorusu, bu ilahi öğreti ile kati bir şekilde cevap bulur.
Selçuklu Devleti’nde mescit/cami
içlerine konumlanan medreseler, Osmanlı’da medreselerle cami kapılarının tıpkı birbirlerinin
yolunu gözleyen sevgililer gibi birbirlerine bakmaları, medeniyetimizin nerden
ve nasıl beslendiğini göstermesi bakımından kâfi örneklerdir.
Günümüze bu çerçeveden
bakınca camilerin hayatın merkezindeki konumundan hayatın ardiyesine kaydı(rıldı)ğına
üzülerek şahitlik ediyoruz. Oysa Sezai Karakoç’a göre cami, en başta ibadet heyecanının
sonra düşüncenin, edebiyatın, içtimai dayanışmanın yeşerdiği bir ‘şuur evi’dir.
Üstat, bu önermesinin sağlamasını da “Camilerimiz, toplumun en kutlu ve en
canlı kurumları olduğu zamanlar, dünyanın en üstün toplumu idik.” diyerek yapar.
Bilge Mimar Turgut
Cansever ise camilerin taş yapılar olarak sağlam ve son derece estetik inşa
edilmesinin yanında, hayat mekânı sayılan evlerin ve diğer binaların ahşap ya
da topraktan yapılmış olmasını, İslam tarihindeki ‘cami merkezli medeniyet anlayışı’nın
çok önemli bir tezahürü olarak görür. Çünkü cami merkezli bir anlayış, mekânı
değil zamanı önceleyen bir medeniyetin doğumuna vesile olmuştur.
Bu haliyle cami ve diğer mekânların
birlikteliği, ruh-beden ilişkisine benzetilir. Ruh, nasıl ki insana asıl hayat gayesini
hatırlatırsa; beden de bu hayatın ahiretin tarlası olarak değerli olduğunu anlatır
düşünebilen insana. Dolayısı ile hayatın merkezinde olması gereken şey, bu
birliktelik üzerinden ve bizzat Allah (cc) tarafından Kâbe özelinde uygulamalı
olarak insana öğretilmiştir.
Pekâlâ, günümüzde alışveriş
merkezleri ve bir takım mekânlar için söylenen ‘Hayatın Merkezi’ tarzı küstah,
üstenci konumlandırmaları kabul etmeyi bırakıp, ‘bu tanımlamaları kim yaptı?’
minvalinde bir soru sorarsak ne olur? Tahmin ettiğiniz üzere bu merkezleri belirleme
gücüne sahip olanların aynı zamanda parayı hayatın merkezine yerleştirenlerle
aynı kişiler olduğunu görürüz. Fakat tilkiye gözü tavukta olduğu için
kızamayacağımız gibi para ile var olanların hayatın merkezine parayı yerleştirmelerine
de kızamayız.
Bütün bir tarihi geçmişi
önümüze alıp düşünelim o halde; Selçuklu ve Osmanlı’da camii yanlarında bulunan
ilim yuvaları, imaret, aşevi, kütüphane, şifahanelerden müteşekkil bir
medeniyet tasavvuru mu hayatın merkezi olmalı yoksa para ve paranın miktarı
kadar hayat sunan diğer mekânlar mı?
Aynı soruyu farklı
şekilde de sorabiliriz: İbadet, yardımlaşma, ilim, irfan üzerine bina edilmiş,
çağını aşan cümleler kuran bir medeniyetin çocukları mı olacağız; yoksa parayı
ve onunla beraber insanı da harcayan bir sistemin kölesi mi? Bu sorulara samimi
cevap verebilenler, Kâbe’yi tavaf etmeye yeniden başlayabilir.