Dolar (USD)
34.42
Euro (EUR)
36.27
Gram Altın
2834.30
BIST 100
9389.62
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
29 Aralık 2022

Hayatın Merkezi Nereye Düşer?

“Hayatın Merkezi” tabiri, kapitalizm çarklarının daha acımasız dönmesini isteyenler ve bu durumun devam etmesini arzu edenlerce oldukça iştah açıcı ve anlamlı bir slogan. Fakat bu tanımlamanın üzerindeki romantizm tozları üfürüldüğünde, modern hayatın dayattığı bir ayrımcılık ortaya çıkar. Tevhid inancı bu ayrımcılığın zararlı etkilerini asgari seviyede tutulmasını sağlar. Çünkü bir Müslüman için hayatın merkezinde ne olması gerektiği bellidir.

İslam medeniyetinin şehirlerine baktığımızda “Hayatın Merkezi” denilerek doldurulacak bir alan varsa oranın mutlak suretle cami ile hayatın merkezi haline geldiğini/getirildiğini görürüz. İlk örneğini Kâbe’de gördüğümüz bu durum bize, Kâbe etrafında yeşeren/yeşillenen bir medeniyeti, o medeniyetin merkezindeki Kâbe’yi, dolayısıyla tevhit inancının hayatın merkezine İlahi olarak yerleştirildiğini hatırlatır. Bununla birlikte neyin etrafında toplanmamız ve neyi hayatın merkezi haline getirmemiz gerektiği sorusu, bu ilahi öğreti ile kati bir şekilde cevap bulur.

Selçuklu Devleti’nde mescit/cami içlerine konumlanan medreseler, Osmanlı’da medreselerle cami kapılarının tıpkı birbirlerinin yolunu gözleyen sevgililer gibi birbirlerine bakmaları, medeniyetimizin nerden ve nasıl beslendiğini göstermesi bakımından kâfi örneklerdir.

Günümüze bu çerçeveden bakınca camilerin hayatın merkezindeki konumundan hayatın ardiyesine kaydı(rıldı)ğına üzülerek şahitlik ediyoruz. Oysa Sezai Karakoç’a göre cami, en başta ibadet heyecanının sonra düşüncenin, edebiyatın, içtimai dayanışmanın yeşerdiği bir ‘şuur evi’dir. Üstat, bu önermesinin sağlamasını da “Camilerimiz, toplumun en kutlu ve en canlı kurumları olduğu zamanlar, dünyanın en üstün toplumu idik.” diyerek yapar.

Bilge Mimar Turgut Cansever ise camilerin taş yapılar olarak sağlam ve son derece estetik inşa edilmesinin yanında, hayat mekânı sayılan evlerin ve diğer binaların ahşap ya da topraktan yapılmış olmasını, İslam tarihindeki ‘cami merkezli medeniyet anlayışı’nın çok önemli bir tezahürü olarak görür. Çünkü cami merkezli bir anlayış, mekânı değil zamanı önceleyen bir medeniyetin doğumuna vesile olmuştur.

Bu haliyle cami ve diğer mekânların birlikteliği, ruh-beden ilişkisine benzetilir. Ruh, nasıl ki insana asıl hayat gayesini hatırlatırsa; beden de bu hayatın ahiretin tarlası olarak değerli olduğunu anlatır düşünebilen insana. Dolayısı ile hayatın merkezinde olması gereken şey, bu birliktelik üzerinden ve bizzat Allah (cc) tarafından Kâbe özelinde uygulamalı olarak insana öğretilmiştir.

Pekâlâ, günümüzde alışveriş merkezleri ve bir takım mekânlar için söylenen ‘Hayatın Merkezi’ tarzı küstah, üstenci konumlandırmaları kabul etmeyi bırakıp, ‘bu tanımlamaları kim yaptı?’ minvalinde bir soru sorarsak ne olur? Tahmin ettiğiniz üzere bu merkezleri belirleme gücüne sahip olanların aynı zamanda parayı hayatın merkezine yerleştirenlerle aynı kişiler olduğunu görürüz. Fakat tilkiye gözü tavukta olduğu için kızamayacağımız gibi para ile var olanların hayatın merkezine parayı yerleştirmelerine de kızamayız.

Bütün bir tarihi geçmişi önümüze alıp düşünelim o halde; Selçuklu ve Osmanlı’da camii yanlarında bulunan ilim yuvaları, imaret, aşevi, kütüphane, şifahanelerden müteşekkil bir medeniyet tasavvuru mu hayatın merkezi olmalı yoksa para ve paranın miktarı kadar hayat sunan diğer mekânlar mı?

Aynı soruyu farklı şekilde de sorabiliriz: İbadet, yardımlaşma, ilim, irfan üzerine bina edilmiş, çağını aşan cümleler kuran bir medeniyetin çocukları mı olacağız; yoksa parayı ve onunla beraber insanı da harcayan bir sistemin kölesi mi? Bu sorulara samimi cevap verebilenler, Kâbe’yi tavaf etmeye yeniden başlayabilir.