Hayatın geri kalanına gökyüzüne bakarak başlamak
Yaşatmayı, barıştırmayı ve ilişkileri geliştirip güçlendirmeyi hakikat ve adalet merkezli olarak öne çıkaran Kutsal Kitabımızın ve “İki günü birbirine eşit olan aldanmıştır” diyerek merhametli ve kardeş olmayı hatırlatan Hz. Peygamber’in (SAV) tavsiyeleri yerine getirildiği takdirde daha barışçıl, umut ve imkan dolu bir yerkürede nefeslenme fırsatı doğabilir.
Asr suresi, zamanın ruhunu ve hikmetini yansıtması bakımından İlahi kaynakla insan tabiatını buluşturan çizgide bir zirveyi temsil etmektedir. Kevser, İhlâs ve Asr sureleri İlahi evrensel mesajın en özlü yansımalarını içeren ısı ve ışık hüzmeleri gibidir. Ölüm gelmeden önce hayatın, hastalık gelmeden önce sağlığın, ihtiyarlık gelmeden önce gençliğin, meşguliyet gelmeden önce boş vaktin ve fakirlik gelmeden önce zenginliğin değerini bilmenin öğütlenmesi zaten başlı başına bir yaşam mimarlığına işaret etmektedir. Yeni bir başlangıçla bu küresel korona, salgın zamanında yepyeni, diri, özgür, sorumlu ve zengin bir yaşama merhaba diyebilmemiz umuduyla sağlık esenlik ve güvenlik içerisinde kalabilmek, anlık ve konjonktürel düşünmeyi ve yüzeysel refleksleri değil, daha sağlam bir akılla ve derin reflekslerle mümkün hale gelebilir. Her şeyin içinin dışına çıktığı bu süreçte temel saat ayarları ile oynamadan akrep-yelkovan kovalamacasını arada bir güneşe ve aya da bakarak bütünleşik tarzda bir akıl mimarisi ve fikri takiple yapmakta fayda vardır.
Özü, sözü ve yüzü güzel İnsan Hz. Peygamber (SAV), sürekli zamanın akıp gidişine vurgu ve hatırlatma yapıp âhir zaman ümmeti oluşumuzu aklımızdan çıkarmamayı telkin etmekteydi. Ancak bunu yaparken asla karamsar, yılgın ve kötümser olmadı. Zamanın sahibi olan Allahu Teala’nın zaman içinde zaman, mekan içinde mekan yaratma kudretini O’nun izinden giden alim ve salih kullar bu yüzden hep vurguladılar. Kıyametin kopacağı esnada bile elindeki fidanı dikme tavsiyesi bu yüzdendir zaten. Cüz-i irade ile üzerimize düşeni yaparak kesbettikten sonra Mevla, Külli İradesi ile dilediğini yaratarak takdir eder ve vücuda getirir. Bu süreçte Allah’tan, bütün Müslümanlar ve insanlık için hakiki bir tefekkür ve nefis muhasebesi ile erdem, iyilik ve güzellik için adaletle hareket edebilecek birikim ve donanım lütfeylemesini candan talep etmek yerinde olur. Küresel, bölgesel ölçekli ve ülke çapında bu birikimin alt yapı ve üst yapı olarak tesis edilmesi için gerekli olan, ortak stratejik akılla beraber gönül dilinin her bakımdan etkin ve belirleyici olmaya başlamasıdır.
Aklın asli fonksiyonu varlık, bilgi ve değer olarak özetlenebilecek temel olgu ve gerçeklikleri anlama, kavrama, anlamlandırma ve açıklama potansiyelini Kur’an ve Sünnet bağlamında aydınlatıp yerli yerine koyabilme usül ve metodolojisine eriştirmektir. Burada aklın tek tip ve standart olmadığı çoğul niteliği ve kendi kendini aşma becerisine sahip olduğu hiç hatırdan çıkarılmamalıdır. Hakikatin ve gerçeğin zamana ve zemine göre yeniden algılanması ve idraki ayrı bir konu başlığı iken temel ilke, değer ve bilgilerin zamana endeksli bir filtreden geçirilmesi önerme ve iddiası İslam’ın evrenselliği ve hakikati ile örtüşmeyen bir eklektizm’in dışavurumundan başka bir şey olmayabilir. Bunun tipik örneklemesi halk arasındaki 'zaman sana uymuyorsa sen zamana uy' ya da 'Roma’da isen Romalılar gibi yaşa' söylemleriyle taşınan egemen güç dilinin mevcut ve aktüel sosyolojik normlarının mutlak kategori gibi düşünülmesi sonucuna yol açmasıdır. Ahkâmın içtihatle tecdidine dair boyutlar özün ve temellerin korunup geliştirilmesi içindir. Hakikat ve adalete dair her şey tartışma dairesine sokularak gönül dili ve can bağı yerine güç dili ve maddi kökenli unsurların öne çıkarılması problemler doğurur. Tarihsel olanı yük kabul edip onun vagonlarından kurtulma adına şimdinin yüceltilmesi kadar hakim olanın takdirine değil, takdisine sebep olabilecek bir yabancılaşma ve yanılsamaya varabilecek bu tutum ve süreç, şimdinin ve hegemonun kendini ebedi kılma arayışı ile ilişkilendirilebilir.
Öz korundukça biçim, usul çeşitlenebilir ve böylece daha hoş ve kıvamlı çalışmalar ortaya çıkar. Meşruluk ve itibarın kaynağı hakikat, cesaret ve adalet arayışı ile tezahür eder; bu süreç varoluşsal özgürlükle gelişen akıl-kalp (kulûbun yakilûne bihâ) birlikteliğiyle ete kemiğe bürünür. Aklın en önemli yanı, özelliği kendini aşma yeteneği iken kalbin esas ayrımı, öz niteliği sadelik, güven, uyanıklık, itminan ve huzur ile gelen aydınlanma ve vicdani canlılıktır. Aklın ziyası ve kalbin nuru bu yüzden güneş ve ay gibi birbirine bakar. Niceliğin alametlerine bakarken niteliğin egemenliğini yitirmemek böyle esaslı sağlam bir duyuş, düşünüş ve davranış zenginliği sayesinde vücuda gelebilir. İnsani zaaf ve çelişkiler eşitsiz, adil olmayan gelişmelerden kaynaklanan aktörler ve faktörlerden dolayı hayatın her alanında gözlemlenebilirler. Buna her toplumsal, ekonomik ve politik yapı ve unsur dahil edilebilir. İşte tam da bu noktada zaten aklın ve insan kaynaklı toplumsal yapıların eleştirel bir tarzda adil, makul ve meşru olanın keşfi ve takdimi için canlanmaya ihtiyacı vardır. Din ve Ahlak, insani, vicdan ve vizyon vadisindeki doğal kültürel kodlardır. Aklın kendini olmazlarından ve takıntılarından tecrit ederek bu süreci çözebilmesi olgunluğu nispetindedir. Zamanın son ürünü olmadan zamana ve mekana hitap edebilmek kıvamını bulmuş aklın varlığına asıl delil ve işarettir. Değişim ve zaman kendi kendine hakikat ve değer üretmez; bilgi, inanç, hakikat ve değerin varlık boyutu kendini zamanda açığa çıkarıp kökleştirerek güçlendirir.
Sonuç Yerine
İnsan Haklarını ve Özgürlükleri ortadan kaldırmaya yönelik her türlü girişimi temelden reddederken insanî ve ilahî değerleri simge ve sembolleri küçümseyip tahkir eden tutum ve davranışları da kabul etmek mümkün değildir. Yaşatmayı, barıştırmayı ve ilişkileri geliştirip güçlendirmeyi hakikat ve adalet merkezli olarak öne çıkaran Kutsal Kitabımızın ve "İki günü birbirine eşit olan aldanmıştır" diyerek merhametli ve kardeş olmayı hatırlatan Hz. Peygamber’in (SAV) tavsiyeleri yerine getirildiği takdirde daha barışçıl, umut ve imkan dolu bir yerkürede nefeslenme fırsatı doğabilir. Küresel, bölgesel ve yerel düzeyde evrensel değerleri- tevhid eksenli bilgi ve sevgi okuması ışığında- yeni bir vizyonla farklı akılların bileşke vektörü olarak gündeme alıp her platformda ve düzeyde işlemek ve kökleştirmek verimli olacaktır. Belki de İbni Tufeyl'in Hayy Bin Yakzan'ı (daha sonra bu eser Robinson'un yazılmasına da ilham olacaktı) yazarken ada metaforuyla kastettiği şeyi modern dünyanın bunalım ve kaygıları içindeki belirsizlik ve güvensizlikleri de içerecek şekilde yorumlamak yerinde ve anlamlı olacaktır. Özellikle bugün için Avrupa'da yaşayan Müslümanlar başta olmak üzere göçmenler ve yabancılar ciddi boyutta bir endişe halini yaşamaya başlamış durumdalar ve bu süreç insanlık ve uygarlık adına bir kayıp olarak altı çizilmesi gereken bir olumsuz gelişmedir. Adem’in çocukları, yeryüzü ölçekli akıl tutulmasından ve vicdan kararmasından bir an önce çıkabilecek süreç ve mekanizmaları bireysel ve kurumsal düzeyde harekete geçirmelidir. Etnik ve sekteryen tuzak ve yüklerin kalıcı etkilere sahip görünmesi akletme tarzından ve gönül dili eksikliğinden beslenmektedir. Çözüm için her sahada emek harcamak ve özen göstermek şarttır. Farklı ekol, mezhep, meşrep ve inançlara karşı hoşgörüsüzlük, tarihsel bir arada yaşama deneyimlerindeki insani çekirdeklerin filizlendirilip yeşertilmesiyle süreç içinde kontrol altına alınabilir.
Günümüz dünyasının en büyük anlayış zaafı ve idrak tuzağı, gerçekte bir imkan olan modernitenin rasyonalitesini tek geçer akçe ve akıl gibi algılamasıdır. Arzuların ve tutkuların cenderesine sıkışan nefsaniyetin emmare (buyurgan) aklı, kemâlâtın ve erdemin adalet dairesini ve olgun aklını keşfetmekte, kifayetsiz muhteris konumunda kalabiliyor. Aktüelleştirme (güncelleme) ile ihya (diriliş) arasındaki fark bu süreçte tam olarak anlaşılmalıdır. İbrahimi tevhid geleneğinin Hz.Musa ve Hz.İsa dönemlerinden sonra ortaya çıkan eşitsiz ilişkiler düzeninin etki ve yansımaları Hz.Muhammed'le zirveye çıkan Homo İslamicus (insanî özün ve bilginin yeniden yükselişi ) sayesinde durdurulabilecekti. Bugün, Homo Sapiens'in (mevcut insan türünün) Homo Economicus'la Homo Politicus arasında –ekonomi ile politika arasında, çıkar örsü ile güç çekici darbeleriyle preslenerek– sıkıştırılmasının sonucunda canlı kültürel ortamdan uzak tutularak solgun ve soluksuz kalması temel meseledir. Bu konu Bilim ve Teknoloji'nin kat ettiği bunca mesafeye rağmen üzerinde çok düşünülmesi gereken bir olgu ve gerçekliktir. Türkiye'nin biricik konumu ve birikimi ile İslam dünyasını ve yeryüzünü anlama ve keşifte kritik bir akıl mimarisine ve gönül dokusuna ve dokunuşuna sahip olma kapasitesi, hayati rolüne de işaret etmektedir. Bu bağlamda cumhuriyet ve demokrasi deneyimleriyle değişim ve moderniteyi içine alarak dönüşen Türkiye'nin, Müslümanlık ve millilik boyutlarıyla kültürel süreklilik unsurlarını canlı tutma azmi ve kararlılığında olduğu düşünülebilir. Bu yeni denge ve karar noktasında tutunabilmek, İslam Dünyası için de esin kaynağı olabilecektir. İnsanların ve toplumların akıl, deneyim ve güç arayışları varoluşsal bir eğilimdir. Önemli olan şey, çevreye ve diğerlerine zarar vermeden doğal harmoni ve kültürel ritim ve hareketlilik içinde kendi varlığımızın maddi ve manevi gelişimini her bakımdan sağlayabilmektir. Kültür ve üretim güçleri varlık ve bekanın iki anahtarıdır. İdeal akılla araçsal aklı, dinle, felsefe ve bilimi birbirine rakip ve karşı olarak görmek yerine kendi doğal hayat alanları ve gerçeklikleri içinde 'olduğu gibi' ele alabilmek, yeniden bir kalkış noktası olabilir. İnsanın özünü gür kılma anlamında özgürlüğe gereksinimi zirveye çıkmış durumda görünüyor. Bunun için sadece küçük bir adımla yeni bir başlangıç yapması gerekiyor: Eski hatalarına düşmemek için aklını güzelce kullanması ve vizyonuyla da işlerin nereye doğru evrildiğini fark etmesi...