Hayatı sade yaşamak
İçinde yaşadığımız yüzyılın insanı elindeki teknolojik imkanlarla hayatın üstesinden geleceğine dair sonsuz bir güven duyuyor ve aslına bakılırsa bu teknolojik imkanlar bir müddet sonra insanın hareket kabiliyeti de dahil olmak üzere bütün yetilerini elinden alarak onun bağışıklık sistemini zayıflatıyor.
Pandemi sürecinde en fazla konuşulan kavramlardan birisi hiç şüphesiz bağışıklık oldu. Tabii olarak burada bağışıklık tıbbi ve anatomik bir içerikle kullanıldı. Ancak biz bağışıklık kavramını daha da genişleterek insanın hayatla mücadelesi bağlamında tüm yetilerini geliştirmesi, mücadele etmesini öğrenmesi olarak tanımlayabiliriz. Nihayetinde şunu kabul etmeliyiz ki, gelişmeler tabiata müdahale konusunda son derece başarılı olsa da, bunun insan aleyhine işleyen bir takım sorunlarından bahsetmek gerekmektedir.
Problemi birkaç boyutlu olarak ele almak istiyorum.
Birincisi, tüketim ve bunun üzerinden sahip olmak kimliklendirme ve statünün
başat belirleyicisi olarak ortaya konulduğundan, insanlar lükse doğru giden ve
giderek sadelikten uzaklaşan hayatlarının kolaylaştığını düşünmektedirler.
Notre Dame’ın Kamburu’nde Hugo’nun dile getirdiğini burada hatırlamanın
zamanıdır: “Kolaylık bir tuzaktır.” Hatta “kolaylaştırınız” şeklinde
Rasülullah’ın tavsiyesini böyle anlayan müslümanların kapitalizmin tuzaklarına
kapılıp gittiklerini söylemek yanlış olmayacaktır. Buradan çıkan sonuç;
insanlar için müthiş bir borçlanmadır. Ekonomistler dünya ölçeğinde bütün
ülkelerdeki mevcut borçların, tedavülde olan toplam paranın (dolar cinsinden) 4
katına yakın olduğunu söylüyorlar. Bunu iyi okumak lazım gelir.
İkincisi, hayatı sürekli bir ilerleme şeklinde düşünenler, hayatın
en sade bileşenlerini geride bıraktıklarını düşünerek teknoloji ve lüksle
övünmektedirler. Hayatımıza giren her bir teknoloji ve dijital, nihayetinde
kolaylık getirmekle birlikte bize “hazır” şeyler sunmaktadır. Hazır bulanlar
ise onun meydana gelme sürecini merak etmediklerinden sonuçlarla muhataptırlar.
Bir iki nesil sonra marketten aldığı domatesin nerede ve nasıl yetiştiğini
bilemeyenler artacak gibi geliyor bana. Şimdi bile hazır aroması verilmiş
fabrikasyon içeceklere olan tecevvüh meyvenin kendisinden daha fazla değil
midir?
Üçüncüsü, bu bağlamda bir insanın Kızılderili modunda hayata
bakmasının önemli olduğunu düşünenlerdenim. Yani hayatın en sade bileşenleri
çerçevesinde bağışıklık sistemini kuvvetlendiren yani yetilerini geliştiren bir
insan modeli. Çünkü hazıra alışanlar, aynı zamanda onu sürekli dışarıdan
beklemeye de alışacaklardır. Dışarıdan hazıra alışanlar ise kendi yeteneklerini
geliştirmezler ve yetilerini bu yönde seferber etmezler.
Bu yazdıklarımdan teknoloji aleyhtarlığı gibi bir anlam
çıkaracak yoktur umarım. Kastettiğim insanın hayatını sade yaşaması, tabiattan
kopmaması, asıl metaı olan toprağı kaybetmemesidir.
İslam dinini şayet Hz. Adem’den (AS) başlayan bir geleneğin
adı olarak okursak, İslam ve diğer dinlerin en önemli öğüdünün şu noktalarda
belirginlik kazandığını göreceksiniz. Birincisi, Az yemek, az içmekten kurulu
bir hayat. İkincisi, insanın kendisini arındırması. Üçüncüsü, bu dünyada bir
misafir gibi yaşaması. İçinde yaşadığımız hayat ise insana, Eric Fromm’un
tabiriyle “olmanın değil sahip olmanın” faziletlerini anlatmaktadır. Arzulardan
bir saniye bile mahrum olmamayı öğütlemektedir. Hiçbir talebini ertelememeyi
medyadan sıkı sıkı tenbih etmektedir.
Peki gelinen nokta nedir? Borçlanarak da olsa sürekli sahip
olmaya hırslanmış, tabiat ve hayatın sadeliğinden kopmuş, arınmayı bir
mahrumiyet olarak kabullenmiş insan(lık) ile karşı karşıyayız. İlahi çağrının
tümel olarak ne demek istediğine bir de böyle bakalım.