Hayata inanmak
Ölümden sonrası hayata inanmak kadar, ölümden önceki hayata inanmak gerekir.
Kaygının ve korkunun temel kaynaklarından biri; ölüm…
Herkesin yaşayacağını kabullendiği fakat kimsenin yaşamak istemediği bir olay. Kimilerine göre hayatın bittiği nokta, kimilerine göre yepyeni bir hayata başlama. Bir rüyadan uyanış, bir yalanın bitişi, sevgiliye kavuşma günü veya acı, hayatın kötü birikimi olan günahların sonuçlarına yakalanma, hesap verme…
Ölüme çok farklı anlamlar yüklemişiz, hayata olduğu gibi…
Ölümün hakikatli anlaşılmasının hayatı da doğru anlamaya götüren bir şey muhakkak. Geçici de olsa kitabın sonuna bakarak iyi bir önsöz yazmak, iyi bir süreç dokumak gibi… Ölümü doğru tanımak, insanın kendi sonuyla sahici tanışması, ölüm sayfası açılıncaya kadarki sürecin iyileşeceğine ve iyi bir yaşam sayfası açılacağına da işaret olsa gerek.
Öte yandan iyi bir yaşam, iyi bir ölümü doğuracak sebebin ta kendisidir. Güzel bir yaşamdan daha iyi bir ölüm hazırlığı olamazdı…
Belki de ölüm konusunu korku ve kaygı karanlığından aydınlığa çıkarmaya, hayatımız boyunca birinden birine tutunacağımız bir ölüm manifestosuna ihtiyacımız var.
Bir kere sağlıklı amaçlar için çarpan, yarın ve yarından sonra bilinci oturmuş ve sükuna ermiş, doymuş bir kalp yersiz korkularla yaşam sağlığını yitirmez.
Sonun öne, ölümün hayata, başa dönen etkisi düşünüldüğünde insanın ölüm algısı sorgulanmaya ve doğrultulmaya değer başat bir konu olarak karşımıza çıkıyor. Ölüm algımız dolayısıyla yaşam algımızın doğrultulmasına ihtiyacımız var.
Ölüm algısındaki yanlışlıkların iki sivrilmiş, olumsuz ucuna özel olarak vurgu yapmalı.
Ölüm ve ötesinin yanlış ve dengesizce vurgulandığı toplumlarda, ölümden öncesine karşı gösterilen sorumsuzluklar, ahirete inanacağım derken dünyayı ve dünyevi sorumlulukları hiçe sayma, gelişigüzellik, gelişmeye direnme, tekamüle ket vurma
veya tam tersi
ölüm ve ötesini yokluğa, hiçliğe bağlama, günü gün etme, salt dünyevi, geçici değerlere tapınarak manevi değerleri sıfırlama gibi iki aşırı ucu ele almalıyız. Belki böylece derli toplu bir ölüm algısı sağlaması yapabiliriz.
Ne kefen övücülüğü, ne kundakta kalmada ergenlik. Kundak sonrası da en az kefen sonrası kadar önemli. Kefen edebiyatı ile kundak edebiyatı kavgayı terk etmeli. Sağlıklı bir kundak, sağlığın bitip başka bir sağlığa sarılmak için kefeni düşünmek ve sonrasını… Daha güzel.
Elbette sonun hatırlanması, öncül bir sebep olarak yaşamı huzursuz eder/sorumluluk yükler.
Belki de bu yüzden yaşamın tadını bozmak, yaşamı “düşünerek yutkunmak” üzere hatırlanması gereken ölüm pek az hatırlanıyor.
“Yaşamdan insanı/seni beni çıkarınca geriye ne kalır?”sorusu daha etkili bir soru olarak aniden bize dönecek bir sorudur.
Ölümün yaşamın tadını bozduğu kadar, her şeyin geçiciliğini vurgulayan yanından ötürü kalıcı bir şey, iyi bir hayat, hakikatli bir yaşanmışlık/mazi ve hakikatli eser bırakmaya olan gizli teşvikini yadsıyamayız. Hem ölüm çok farklı bir istirahat, farklı bir mola da değil midir?!
Ölümün sonluluk ile sonsuzluk arası bir istirahat, bir bekleyiş, bir mola olduğu ve yolculuğa dahil olduğu, yorgunluğa iyi geleceği de unutulmamalı. Haklı bir yorgunluk sonrasında…
En önemlisi ise, ölümden önceki yaşama imandır. Ölüm ve ötesine olan inancın, ölüm ve berisine olan inkarı beslemediği, ahiret inancının dünyayı inkar anlamına gelmemesi gerektiğine dair çokça konuşmalıyız. İyi bilmeliyiz ki; nitelikli ölebilmenin yolu; nitelikli yaşamaktan geçiyor. Ölümün ölüm öncesini nitelikli yaşamaya iten, yaşamayı haklı kılacak bir sebep olduğunu bilmekten…