Hayat yeniden sanat olsa
Hayat yeniden sanat olsa cümlesi, sanat yeniden hayat olsa, hayat bulsa şeklinde de söylenebilir. Yüksek duygularla üretilmiş ve insanı yücelere ürperten eserlerin bizi çevrelemesini ve üretilip durulan ince bir hayatın hepimizi içinde yaşatıyor olmasını ne çok isteriz…
Baudrilliard Sanat Komplosu adlı
eserinde, “Bizler de artık sanata değil, sanat fikrine inanıyoruz” der.
Galiba akıl özerkliğini ilan etti
edeli, insanın diğer donanım ve imkanları ile birlikte var olmayı
reddettiğinden beridir sezgisel ve aşkın olmayı büyük oranda yitirdik. Bunun
basamaklardan aşağı bir yansıması olarak sanat eserinin değeri fiyatlandırmaya
indirgendi. Hatta bazen öyle değerliydi ki, kolay kolay hiçbir paha
biçilemediğinden değersizliğe terkedildi. Maddi bir getirisi olmadığı, insanı
sadece olmadık duyuş ve düşünüşlere ürperttiği için ceza ile ödüllendirildi.
Bu ağır bir ceza.
Ve hayatı en üst düzeyde var etmeye
adanmış olanın, yok sayılması şeklinde gerçekleşiyor. Dışlanmaması için bir de
yol gösteriyor. Niteliksiz, maddi getirisi çok olma ve dolayısıyla pop olma
şartını dayatıyor. Yani kitleyi yüksek düşünüş ve duyuşa, estetiğe
ayaklandırmayan, hatta onu düzeyinden daha aşağı çekme şartında ısrar ediyor.
Hep bunlar aklımızın başımıza
getirdikleri…
Akıl, akılcı insanın elinde,
kendisinin de onaymayalayacğı şeyler yapmak durumuna düştü. Kendi erişemediği
her şeyi, öteye kulak vermeler, öte duyuş ve düşünüşler, ilham, üst ilham
diyebileceğimiz ve inananları bağlayıcı ilahi öğreti, ona duyulan coşkunluk
olarak iman ve sezgi gibi bir dizi imkânın üstünü ezip geçti. Kendini bütünüyle
madde ile kodladı, maddi değerlere mıhladı.
Bunun altında yatan başka nedenler
var elbette.
İnsan aklını başına aldı da ne oldu?
Ah akıl!
Geçemediğin veya geçmene izin
verilmediği, küçümsendiğin bir geçmişe başkaldırı, aşkın olana boyunun
yetmeyeceğine baskılanman ve böylece aşkın olanı reddederek, bütün varlığı
sadece kendi kavrayış alanına hapsedip hükmün altına aldın da ne oldu?
Halbuki ne vahiy ne sezgi aklı
dışlamaz, hatta vahiy aklı olana hitap eder, aklı kendisini anlamaya ve değişen
hayata uyarlamaya çağırır. Sezgi de akıl kendi görevini tamamlar tamamlamaz ona
kendini aşma, coşkunluk arzusu ile el verir ve onunla kalbin-beynin
derinliklerinden genişlemeye açık ve sınırları kaldıran bir bütünleşmeye gider.
Akıl haddini de serhaddini de bilir. Sezgiye -ben buraya kadar getirdim bu
meseleyi, bundan sonrası sana düşer-, der. Sezgisel coşku; aklın çabalarını
taçlandırır, aslında aklın mürüvvetidir ve akıl yürütmelerimizi uçurur.
Ayaklarına kara sular inmiş zihni çıkarıp bulut huzuruna uzatır. Fakat ne yazık
ki modern dünya bu imkânı hep aynı ve tek taraflı tarihi referansa
koşullandırılarak kaybetmiş, akla itibarını veriyormuş gibi yapıp aklın varlığı
bütüncül kavramadaki sevgili akranlarının; ilham, sezgi ve aşkınlığın itibarını
zedelemiştir. Akıl yalnızlaşmış ve yalnızlaştıkça kibirlenmiştir.
Yeri değil ve burada açamayacağız bu
konuyu. Açmak ta istemiyoruz aslında. Ne olduysa oldu… Fakat aklı, özellikle
bölgesel ve dünyanın tek tarafına ait bir aklı bu kadar şımartmanın başlangıcı
sayabileceğimiz milatlardan biri olan “aydınlanma” gerçekten aydınlanma mıdır
veya aydınlanma bütün bir dünyaya teşmil edildiğinde, türediği nokta kadar
kararmamış olan yaşam ve kültürler de aydınlanmış mıdır? Çok güneşli bir
ortamda lamba yandığında o lamba, orayı ne kadar aydınlatabilmiştir? Kendi
güneşini karartanlar bütün güneşleri, bütün bilgi kaynaklarını karartmayı neden
istemiş olabilirler? Veya kalbin içinden çekilip çıkarılan akıl aydınlanması
kalplerin karartılmasına mı karşılık gelmiştir?
Geçmiş geçmiyor. Geçmiş olsun demeye
çalışıyoruz hala bu satırlarda. Sanat neden estetik değerini yitirdi. Özellikle
adı konulan, kavramlaşmış olan bu milatla daha iyi var olması gerekirken,
gitgide neden yok oluşunun miladını kutluyor? İlk başlarda sanatın içinde
zanaat, yaşam ve insanın tüm becerileri varken ve neredeyse yaşam
sanatlaşmışken sanatın adı yoktu. Estetikten söz edilmezken pek çok şey ne
kadar estetik, ince duyuş ve düşünüşle imal edilmişti. Ne zaman sanatı bir
kenara ayırdı insan ve estetiği bir bilim olarak ele almaya başladı.
Kavramlaştırdı. İşte o zaman yaşamın içindeki o yaygın ve gerçekçi büyü
bozuldu. İnsanın hemen her işi mümkün olan en iyi becerileri ile, marifet ve
hünerle ortaya koyması, yapıp etmesi işi yattı.
Bir sanat eserini salt akıl
değerlendirebilir mi sorusu bana göre komik bir soru. Salt akıl var mı ki demek
geliyor içimden. Aklı nasıl olup ta bileşenlerinden tam olarak ayırabiliriz?
Aklımızı mı sıyırdık? Hem aklın doğru yürütülme yöntemlerinden ayrı baş çekerek
mantığa baş kaldırması ve safsatayı mantık diye yutturması da ne demek oluyor?
Denetimi reddeden her şey gibi akıl da ölçüsüzlükle bir intihara, kendini yok
etmeye gitmiş olmuyor mu?
Olmadı mı? Yüzyıllardır olan bu
değil mi?
Eğer sanat estetik değer ifade eden
bir şeyse, estetik te incelikli düşünüş ve duyuşlar, zarafet, ruhun kurumuş
bedene yağmur çilemesi gibi içli ürperişler, coşkunluk ve aşkınlıksa aklın tek
başına bununla başa çıkması zor. Değerlendirmek için önce bu hale dayanıklı
olması, korku ile kaçmaması gerekir. Sezgisiyle barışmamış bir akıl korkar ve
kaçar. Ve üstelik en güzele, estetiğin zirvelerine uçuş imkanını kaybeder.
Zaten akla sürekli yürü denmiştir. Bir başına uçamaz. Fakat kalbin altındadır o
yürüyüş. Kalp onun göğüdür. İsterse, barışık halde bir bakarsa yukarısına, o
gök ona kanat olur. Gökyüzü bizzat kanattır. Göksel bütün düşünüş ve duyuşlar…
Kalbi duyuşlar ve akli düşünüşler
hepsi aynı kozmik kapta… Biz onları bir cellat gibi ortalarından ayırmıyor ve
ideolojik kasıtlarla birbirinden ayrı tutulan bu iki dostu kendi hücrelerine
tıkmıyoruz. Kavrayış alanı, bir anlamda ihtisas alanı insanın kendisine varlığı
gerekçelendirmesi için sınırlı tutulan akıl ile, kavrayış alanının göğü
rahatlıkla görebilecek yerindeki bahçesi anlamına gelen kalbi, akıl-düşünce ile
sezgi-duyuşun, varlığı anlamlandırmada birbirleri ile el ele olduğuna
inanıyoruz. Aklımız ideolojilere, tahrif edilmiş din algılarına, sahte olana
hayır diyebilmiş saf akıl ve hemen ardından, yanı sıra kalbimizin dediği evet
ise özgürlüğe evet anlamına geliyor.
Bu düşüncelerle sanat umarım bir
fikir olarak değil, “üretilmiş eserler ve dahası üretilmiş üst hayat” olarak
yeniden karşımıza çıkar.