Hayat, Hatıra...
Hafızamız hatıramızdır. Hayatımız hatıralarımızla güzeldir. Suyun geçtiği toprakta bıraktığı iz, bin bir renk, tat ve koku. Hepsi sudan kalan hatıradır. Hepsi su ile gelen hayattır. Bazı insanlar da su gibi girer hayatımıza.
Hayat; var olmak, canlılık, süreklilik, anbean diriliş... Tazelenen umut, sönmeyen ışık, belki ateş. Tüm bunlar hayatın ögeleri. Ağaç, dört mevsimde renkten renge girer. Her mevsimde ve o mevsimin her ayında ayrı ayrı fotoğrafları çekilen bir meyve ağacının farklılığı ne kadar güzel bir tablodur. Zamanın gerisinde kalan ne varsa o ağacın hatırasıdır. Hatıra ise hayattır.
İnsan, hatıralarıyla yaşar, demiyorlar mıydı? Peki, yaşadığımız her şey buna dahil midir? Madem geride kalan ne varsa hatıradır, iyi veya kötü, hatıraların bize sunduğu nedir? Evet, bizi sürekli meşgul eden ve içimizi umutla kaplayan veya ateş olup yakan yaşadıklarımızdır. Yaşadıklarımızdan ne kalıyor? Kalmak; tesirli olmak, iz bırakmak, unutulmamak, hatırlanmak ... Daha çok şey ilave edilebilir. Öyle yaşadıklarımız oluyor ki bazen onları hemen unutmak istiyoruz. Hemen unutmak istediklerimiz ile hiç unutmak istemediklerimiz, her ikisi de ruhumuzu saran hatıralardır. Acısıyla tatlısıyla... Acı; yakan, kavuran, üzen, terk etmek istediğimiz duygu. Acımız büyük derken içimizde açılan yaralarımızı kastetmiyor muyuz? Yara, bizi olgunlaştıran hatıradır. Tesiri yüksektir. Büyük yaraları olanlarla karşılaştığınızda siz de büyürsünüz, kalbiniz daha güçlü atar. İşte hayatımızın anlamıdır hatıralar.
Hatıra, inceliklerle bezenip içimize yerleşirse onu kim atabilir? Hayatını boşa geçirdi, dediğimiz onca insan yok mudur? Çabucak unutulan kalabalıklar...Hayalini kurup yaşadığımız veya yaşayamadığımız her şey ömrümüzden kesitlerdir. Hayatımızı zehir edenler de ayrı bir durum. Bazen de insan kendi yaptıklarıyla tökezler, düşer ve hayatı duraksar. Aslında hayat devam ediyor ama onun için durmuştur, ölmüştür. Bir insan ölmediği hâlde ona ölü muamelesi yapıyorsak sebebi nedir? Yani yaşarken ölmek dediğimiz durum. Hâl böyle olunca hayattan kaçış başlıyor. İnsanın sürekli bir dirilişle yenilenmesi, öncekileri siler mi yoksa daha da kalıcı hâle mi getirir? Elbette yenilenmek hayatı güçlendirir. Hatıraları sağlamlaştırır.
Hatırası olmayanlar var mıdır? Varsa ne kadar üzücü bir hâldir, değil mi? Haydi, kendimize soralım bu soruyu. Bir de unutulmayan ve asırlarca anılan “ölümsüz” diye tabir edilenler vardır. Nedir, hangi manaya gelir? Hayatı ve eserleriyle var olanların hatırası değil midir, onları ölümsüz kılan. Giden ömürden gidiyor, diyorlar ya, ömrü güzelleştiren hatıraların hayat verdiğini nasıl inkâr edebiliriz? Ne yaşamışsak bize aittir ve ruhumuzu diri tutar.
Nazım, “Ne güzel şey hatırlamak seni/ölüm ve zafer haberleri içinde/hapiste/
ve yaşım kırkı geçmiş iken…” diyordu. Hatırlamak için önce sevmek gerek. Ve Cahit Sıtkı Tarancı içimizdekileri dile getirmiş, içli ve samimî üslubuyla. “Bilmem ki hâtıralar/Ne istersiniz benden/Gelir gelmez sonbahar?” Turgut Uyar’ın “hatırla denize hiç bakmadık çünkü kıyısındaydık/bir elma kendi kendine büyür dururdu o sıra” dizelerine karşılık, “hatırla denizi görmedik çünkü uzağındaydık/yine de bir denizkızı girerdi rüyalarıma” diyorum. Hayat, hatıradır ve bir masaldır vazgeçmeden yaşanılan.