Hayat edebiyatın neresinde?
Geçen hafta bu isimle Bursa’da, Uludağ Üniversitesi ile Osmangazi Belediyesi’nin birlikte organize ettiği ve yürütücülüğünü kıymetli bilim insanı Hatice Şahin’in, organizasyonunu güzel insan Ahmet Özen’in üstlendiği bir konferans verdim. Konferansa lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin yanı sıra can dostum Abdülkadir Oğrak ve değerli meslektaşım Alev Sınar Uğurlu da eşlik ettiler. Ne vakittir böylesi sıcak bir ortamda bulunmamıştım, özlemişim, kendilerine içtenlikli teşekkürlerimi arz ederken bir hususun daha altını çizmek isterim: Keşke Bursa Osmangazi Belediyesi gibi başka belediyelerimiz de böylesi organizasyonların altına imza atsa da hem bilim ve bilgi yaygınlaşsa hem de yok olmakla yüz yüze gelen duyarlılıklarımız ve onların yedeğine aldığı değerlerimiz pratik hayatla birleşse, içimizden dışarı çıksa, yaşamın bir parçasına dönerek ondaki kuruluğu nemlendirse, oradan insan özüne yakışır yeni filizlerin güvermesine zemin hazırlasa.
Dijital süreçte yüz yüze etkileşim bir hayli tökezledi. Buna bir de salgın eklenince işler iyice çığırından çıktı ve insan insana yaptığımız doğrudan faaliyetler ciddi zaafa uğradı. İnsanın insana muhtaçlığını gösteren en önemli emarelerden biri kuşkusuz birlikte yaşama iradesidir ve bu başlangıçtan beri köylerden kasabalara, oralardan şehir ve metropollere uzanan yolda iyisiyle kötüsüyle insanlık tarihinde ciddi emareler bıraktı. Öyle ki şehirlerin tarihi biraz da insanların tarihi oldu. Belli bir mekanda, birlikte yaşama aynı zamanda o mekanı birlikte işleme, işlenen mekanı birlikte kullanma ve eksiklerini birlikte giderme anlamlarını da havidir.
Devlet, bu yönüyle birlikte yaşama iradesinin düzen kurucusu, o düzenin mutlak garantörü ve geleceğe aktarılmasının en önemli mekanizmasıdır. Belki biraz da bu sebeptendir ki devletler onları oluşturan insanların birbiriyle çatışma yaşamaksızın uyum içinde hayatlarını sürdürmenin yollarını keşfetme arayışında bulunmuş, inançlar, dinler, anlayışlar, medeniyetler, kültür, sanat ve edebiyatlara dair belli tasarruflar geliştirmiştir. Elbette burada sanat ve edebiyat güncel hayatımızda olduğu gibi devletin düzeninde de en son sıraya yerleştirilmiş ve o yerleşik anlayışa göre de benim yukarıda belirttiğim başlık ters döndürülerek sorulmuştur: Edebiyat Hayatın Neresinde? Edebiyatı hayatın bir uzvuna dönüştürdüğünüzde, onu hayatın aksesuarı addettiğinizde daha baştan hiyerarşide en sona yerleştirmiş olursunuz. Bu bir yönüyle insan bünyesinin en dışında yer alan derinin, insan zihni bakımından da estetik işleyişin hep sonlara bir yerlere yerleştirilmesini imlemektedir ki son derece yanlıştır. Çünkü derisi soyulmuş bir insanın güneşle temasında onun kuruyacağı, düşüncesi estetik ile buluşmamış bir zihin akışının da eninde sonunda kabalığın hışmına uğrayıp yok olacağı ortadadır.
Öyle görünüyor ki bu gerçeği bildiği için klasik dönem insanları edebiyatı hayatın merkezine yerleştirmişler idi. Onu neredeyse bütün faaliyetlerinin ortak paydası addetmiş, siyasetin de ahlakın da zevkin ve modanın hatta kültürün de vazgeçilmez ögesine dönüştürmüşlerdi. İçinde edebiyatın bulunmadığı ne bir siyaset kitabı ne bir din ve ahlak öğretisi ne de kültür sohbeti vardır. Edebiyat, edep, edepli ve edebi söyleyiş öylesine yaygındır ve içselleştirilmiştir ki ninnilerden başlayarak masallara, oradan hayatın hakikatlerine uzanan yolda edebiyat insan ufkunu saran atmosfer gibi her yerdedir, bütün cümlelerin ruhunu kuşatmıştır.
Modern zamanlarda da durum çok farklı değildir. Birey merkezli bir yeryüzü tahayyülü inşa edilirken özellikle roman türü hayatın her yerindedir. Son dört yüz yıldır insanın güncel yaşamı roman türünün tespitlerine konu edilmiştir. Balzac’tan başlayıp Eco’ya kadar uzanan çizgide edebiyat hayatın merkezindedir. Bir iç dünya tahkimi unsuru olarak aristokrasiden en alt sınıflara, entelektüellerden ancak ve ancak okuması yazması olanlara, zenginlerden yoksullara kadar roman türünün neredeyse girmediği ev, etkilemediği insan yoktur. Bu bir bakıma sanayileşmenin insanda yarattığı travmayı gidermenin, onun bozduğu hatları düzeltmenin ve hastalıklı hale getirdiği uzuvları sağaltmanın gereğiydi ve öyle de yapıldı. Ne zaman ki sanat ve edebiyat hayatımızdan büsbütün çekildi, o vakitten sonra artık dünya çok daha kaba ve sevimsiz bir yere dönüştü. Ne zaman ki sanat ve edebiyat hastalıklı hale geldi, sahip olduğu vakarı unutup ortalığın malına dönüştü kültür de medeniyet de ona bağlı kıymetler de varlık alanlarını kaybetti, her yerde olan aslında hiçbir yerde olmamaya başladı.
Günümüzde mekanizasyon hayata dair ne kadar metafizik varsa hepsini silip alıyor, yerine kupkuru gövdeler bırakıyor. Gerek hayatımızın, hızın etkisine girmesi gerek doğayla aramızdaki mesafelerin açılması gerek doğal ile yapay arasındaki tercihlerin bizi yapay olana yönlendirmesi, hatta mahkum etmesi ağzımızın tadını kaçırdığı gibi bir zamanların sahip olduğu büyüyü de alıp götürdü. Artık dijitalizm var, salgın var, maske var, mesafe var ve insan zihninden dolaşıp dudakları arasından çıkan buğulu kelimelerin yerini ekranların üzerindeki ölü semboller var. Ten önce metal ile ardından plastik ile yer değiştirdi. Duygular hesapsız kitapsızlıktan hesaplara indirgendi, şimdi artık o da anlık kımıltılar halinde, bir görünüp bir kayboluyor. Fikirler önce düşüncelere sonra saniyelik vaziyet alışlara dönüştü. Hayatın bütünlüğü kayboldu. Duyguların sıcaklığı bizi terk etti. İnsanın insana vaat ettiği dostluk yerini insanın insandan korktuğu, en azından sakınımlı davrandığı yeni ilişkilere bıraktı. Bir de baktık ki edebiyat bizi terk edince başka hiçbir şeyimiz kalmamış, bir de baktık ki edebiyat gidince hayatın da bir anlamı kalmamış…