Hayalden gerçekliğe
Geçen yazımızda propaganda araçları üzerinden insana gösterilen astronomik hayallerle, insanların (kitelelerin) bunu sosyal, ekonomik, siyasal ve kültürel olarak gerçekleştirme düzeyleri arasındaki mesafeye değinmiştim. Küresel sistemin sürdürülebilirliği, bu mesafenin korunmasıyla mümkün. Peki bunun karşısında ne yapmak lazım?
Öncelikle Batı dünyasının bilgi, bilim ve teknoloji üretimi konusunda hala öncülüğünü koruduğu bir gerçektir. Bilgi ve bilim üretme meselesinin, modern zamanların ontoloji ve epistemolojisi üzerinde yükseldiğini söylemeye gerek yok. Dünyadaki birçok ülke de üretilen bilgi, bilim ve bunların sonucu olan teknolojiyi tüketerek hayatiyetini devam ettiriyor. Bu işin bir boyutu. Öte yandan tüm bunlar Batı dünyasına siyasal, ekonomik ve kültürel anlamda belirleyici olma niteliğini de getiriyor. Batı da lehindeki bu durumu, aynı zamanda hegemonya üreterek de sürdürmek yolunda. Fakat, geçen yazılarımdan birinde belirttiğim üzere, Batı’yı tamamen hegemonyadan ibaret görmek gerçeği yansıtmaz.
Batı dünyası kendi epistemesi bünyesinde, kurduğu post/modern dünyayı sürdürmeye çabalıyor. Meselâ; “self-modernization” kavramıyla modernitenin süreç içerisinde zafiyete uğrayan yanlarını görüp gidererek yoluna devam ettiği öneriliyor. Bu durum Batı dünyasının bilgi ve bilim üretme süreçlerini devam ettirerek, sorunları gidermeye çalıştığı çabasında olduğunu bize göstermektedir.
Müslüman toplumlar ise büyük oranda modernliği sonuçlarıyla yani teknoloji üzerinden kavrayarak teknoloji kavramıyla özdeşleştirmiş durumdadırlar. Bunun sonucu olarak, teknoloji ürettiğimiz taktirde Batı’yı yakalayacağımız gibi bir fikre sahipler. Halbuki bu teknolojinin ve aslında çok geniş anlamda hayat tarzının bağlı olduğu episteme hiç gündeme getirilmiyor. Meselâ; birçok ekonomist tüketerek büyüyeceğimizi savunuyor. Halbuki burada hem “tüketim” hem de “büyümek” kavramlarının bağlı olduğu bir ontoloji ve epistemoloji var. Bu durum bütün bir sistemi “tüketmek” üzerinden kuruyor. Bu yargıyı sorgulamayan Batı dışındaki ülkeler (others) durmadan tüketimi körüklüyorlar. Halbuki küresel sistem kendi devamlılığı için tüketimi vurguluyor. Bütün kadim gelenekler ve dinler insanı tüketen yani istihlak eden bir varlık olarak görmezler. Dolayısıyla bir paradigmayı değiştirmeden, aynı paradigmanın içinden yapılacak epistemoloji bir sonuç vermeyecektir. Yani önce bakış açısını değiştirmek lazımdır.
İlerleme kavramının anlaşılma biçimi de bu algının yaygınlaşmasını belirliyor. Aslında ideolojik yüklemelerle dolu olan ilerleme kavramı, son kertede aynı ontoloji ve epistemolojiyi (Batı’nın geçtiği yolları) takip ederek onlara yetişileceğini öneriyor. Halbuki temel sorun bu epistemolojinin son tahlilde sürekli krizler üretmesidir. Ekonomik, sosyal, siyasal vb. açılardan dünya giderek yaşanabilir olmaktan çıkıyor. Dolayısıyla özelde Müslüman toplumların tüm bu kavramlar silsilesinin ait olduğu ontoloji ve epistemolojiyi sorgulayarak işe başlamaları gerektiği anlaşılmaktadır. Böyle olunca Batı’nın yolun neresinde olduğu ikinci derecede anlam taşıyacaktır.
Tabii bunu yapabilmek o kadar kolay bir mesele değil; bunun tamamen bilincindeyim. İşte tam da bu sebeple, ontolojik ve epistemolojik sorgulamalarla birlikte bilgi ve bilim üretmenin İslam düşüncesinin öncelikli görevi (ve başlangıç noktası) olduğunu düşünüyorum. Müslüman toplumlar siyaset ve gücü merkeze alarak bu işi kotarmaya çalışıyorlar. Siyasetin önemsiz olduğunu düşünmüyorum ancak paradigma dönüşümü ve bilgi olmadan bu siyasetin kılavuzsuz ve bir müddet sonra hegemonya şeklinde karşımıza çıkacağı kanaatini taşıyorum. Üstelik mevcut sosyolojiyi bozması da işin cabası olacaktır.