Hayal ile hakikat arasında
Aslı olmayan, zihinde kurulan düşlere hayal diyoruz. Bir de bunun tam zıddı bir durum var, gerçek, asıl, var olan. Buna da hakikat diyoruz. İnsan bu iki durum arasında bir ömür sürüyor.
Hayal ile hakikat arasında kalır çoğu arzularımız. Bazen
gerçekleşen hayaller de olur ama dünya öyle bir aynaya döner ki orada derin bir
boşluk vardır. Hayalden başka şifası da yoktur kalbin onulmaz yaralarının.
Şâirin hayâli hayattan, hayat şâirin hayâlinden güzel, diyor Yâkup K.
Karaosmanoğlu. Şimdi ne yapmalı, neyi hayal etmeli? Yoksa vazgeçmeli mi?
Hayatın getirip önümüze koyduğuna razı olup yürümeli miyiz? Yok yok! Buna belki
“kadercilik” denir. İrademizin, aklımızın sevk edeceği yöne gitmeli. Eli kolu
bağlı durmak, hayali de hakikati de yok saymak değil midir?
Öyle zamanların içinden geçtiğimiz oluyor ki hayal mi,
hakikat mi anlamak zor. Hayat bu. Sele kapılıp, sürüklenip gelir gibi düşüyor
önümüze yaşadıklarımız. Denk geliyoruz. Gerçi nedir ki denk gelmek? Var mıdır
böyle bir şey? Eskiler buna tevâfuk derlerdi. Uygun olma, uygun gelme hâli. Şu
durumda yaşanılan hiçbir şey rastgele değil. Tesadüf değil. Bize ne uygun ise
onu yaşıyoruz. Zaman zaman kendimizi sorgulamaya başlıyoruz. “Niçin bunları
yaşıyorum, neden başıma bu durum geldi?” gibi sorular soruyoruz kendimize.
Demek ki bize ne uygun ise nasibimiz de o oluyor.
Bir arayış içindeyiz. Çoğu kez bizi bulan, bizim aradığımız,
arzuladığımız değil, bizim bulduğumuz da bizim arzuladığımız değil. Hayal ile
hakikat aynalarına baka baka arayışımız sürüyor. Bu elbette bir yolculuk.
Nereye? Sona yolculuk. Bitecek bu imtihan. İmtihan diyoruz, değil mi? Ne
yaşanıyorsa imtihan mı o zaman? Evet, imtihan. Ne yaşıyorsak, kiminle
yaşıyorsak hepsi imtihan. Ne zor değil mi? Çalışmadığımız veya işlemediğimiz
bir konudan yapılan imtihan gibi oluyor hayat. İçine düşüyoruz. Çırpınıp duruyoruz.
Yeni bir umut, yeni bir yol, yeni bir hayat için kolları sıvıyoruz. Başlıyoruz
ama aklımız da karışıyor. Çünkü o güne değin bizimle gelen yüklerimizi taşımak
öyle kolay olmuyor. İnsan bir yol ayrımına kolay kolay giremiyor. İnsan kendini
taşısa bile hayalini taşıyamıyor. Bir yerlerde duruyor, sessizce bekliyor ama
asla kaybolmuyor o hayaller. Hayal; olmayan şey, düş nasıl oluyor da bize yük
oluyor, nasıl oluyor da bizi bağlıyor? Ruhumuz belki orayı istediği için
olabilir mi? Zihnimizi allak bullak ediyor yaşadıklarımız.
Misal âleminde tanış olduğumuz ama zuhurda henüz tanış
olamadığımızı mı arıyoruz?O zaman nedir bu yaşadıklarımız, hakikat değil mi?
Ah, yine bir vâveylâ oldu dünya. Bir avuç kar alıp tutuyoruz güneşe. Eriyip yok
oluyor. İşte ömür bu! Vardı ama eridi. Şimdi sorsak kar tamamen yok mu oldu?
Hakikatte varlığı belki devam ediyor ama gözümüz göremiyor. Zamanın
parçalanamayan bir bütünü içinde hiçbir şeyin yok olmadığını düşünmeye başlıyor
insan. Düşündükçe yaşadıklarımıza anlam yüklemeye başlıyoruz ama içinden çıkamıyoruz
bu girift hâlin. İltica ediyoruz, bu muammayı çözemediğimiz için.
Yahyâ Kemal ne güzel anlatmıştı dünyayı: “Cihâna bir daha
gelmek hayâl edilse bile/ Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle” Avunup
durduğumuz bu dünyayı gözümüzde büyüttükçe hakikat âlemine açılan kapıları,
pencereleri
bir türlü açamayacağımızı öğrenmek gerek. Yaşanılanlara
baktıkça hayalbaz arıyoruz perde arkasında. Bazen gerçek sanarak izliyoruz
bazen de hakikatin gölgesine bakarak.