Hayal bu; kurulur da, kırılır da
Zatının "karşılıksız" sağladığı sınırsız imkanlardan sonuna dek yararlanıldığı -daha yaygın, uygun kelimeyle- nemalanıldığı halde eleştiri ve başkaldırıya izin veren muktedir yalnızca Allah'tır. Doğrusu bu ya hem irade verip hem de inisiyatif alanını yeterince özgür bırakmış olmasına bazen inançlı inançsız herkesin şaşırdığı kadar…
Hatta tanrısız insanların “Bunca kötülük var! Hâlâ neden orda öylece duruyor?” diye isyan edecekleri kadar. Bunun cevabı çok açık. İnsanın inisiyatif alanına müdahil davranmayarak buna gücü pekala yeteceği halde, yüce gönüllülüğü ve en yüksek ilkesel çizgisi ile insan irade alanına saygı duymak…
İnsanın kendi sorumluluk alanında yeterince duyarlı davranmaması ve emek vermemesi, sonra da sürekli başını göğe doğru kaldırarak “Tanrı nerede kaldı?” demesi de çok enteresan. Şöyle ki hem Allah’ı, ilkelerini/vahyi inanmayarak, anlamayarak, yaşamayarak gerisin geri göğe postalıyor, hayatından olabildiğince uzak tutuyor. Hem de üşenince, yorulunca, acıkınca, canı sıkılınca, başı sıkışınca hemen gözlerini gökyüzüne çakarak Allah’ın yolunu gözlüyor. Hadi hayatlarında bir varlık olarak Allah’ın, adeta cansız bir heykel gibi hayatsız, etkisiz, fonksiyonsuz sadece var olmuş olmasına inananlar, böyle bir beklentiye bir dereceye kadar girebilir. Ya varlığını kabul etmeyenler nasıl olup da böyle bir beklentiye girebiliyor?
Gelelim konuya; yazının girişinde de yer verdiğim gibi, Zatının "karşılıksız" sağladığı sınırsız imkanlardan sonuna dek yararlanıldığı -daha yaygın, uygun kelimeyle- nemalanıldığı halde eleştiri ve başkaldırıya izin veren muktedir yalnızca Allah'tır. Doğrusu bu ya hem irade verip hem de inisiyatif alanını yeterince özgür bırakmış olmasına bazen inançlı inançsız herkesin şaşırdığı kadar…
Sağladığı imkanlardan sonuna kadar yararlanıldığı halde eleştiri ve başkaldırıya hak tanıyan, bu eleştirileri ve sorgulamaları onu daha iyi var ve muktedir kılacağına inanarak dikkate alan iktidarlar ise muktedir olmanın hakikatine ermiş iktidarlardır. Nerededir, var mıdır bilmiyoruz. Kelebek ömürlü. Muhal, çoğu kere hayaldir. Hatta bu kadar olgun bir iktidarın kendi muhalefetini kendi olgunluğunda iktidarmış gibi yaşatabileceğini, karşıtlıkları yanına alacağını, yok etmeleri katkıya, paylaşmaya dönüştüreceğini düşünebiliriz. Bir adım ötesinde tabii ki en az onun kadar olgun bir muhalefetin sağlayacağı doğrultma katkısını daima dikkate alacağından muhalifliği destek olmaya evrilteceğini bile, düşünebiliriz. Fakat işte en nihayetinde hiçbir iktidar ve muhalefeti iyi ve kötünün bire bir temsilcisi olarak düşünemesek ve göremesek bile, yeryüzündeki saf iyi ve katıksız kötünün nihai karşıtlığı, tabii düşmanlığını yok edemeyeceğimiz için bu hayalleri kurmayı burada bırakalım.
Yirmi yıla yaklaşıyor. Artık çoktan yerlisi olduğum İstanbul'a geldiğim ilk yıllarda kimi kurumlar kurumlanmadan kurumsallaşma konusunda hayranlığımı celbediyordu. Bir anlamda açık üniversite mahiyetinde işleyen ve pek çok bilimsel hizmeti sunanları vardı. Fakat arkalarındaki devasa iktidar desteği iyiden iyiye görünür olmaya başladığında, bu durum, ara ara vuran ve unutulmaya çalışılan sancı gibi beni vurmaya ve düşündürmeye başlardı. Bilimsel duruşunun bağımsızlığının zedelenmemesi gerekirdi ve bu durumda bu titizlik nasıl sağlanabilirdi? Üstelik yapılan diğer çalışmaların yanı sıra geleceğe yönelik alternatif siyasi projeler üreterek iktidara yön verdiğinden bahsediliyordu. Böyle durumlarda siyasetin mi o kurumu, yoksa kurumun mu siyaseti daha doğru ve iyi adına etkiliyor, yönlendiriyor olduğu sorusu çalkalanıyordu tabii ki zihnimizde.
Yıllar sonra birbirini yücelterek, sevgiyle gerçekleşen başlangıçların, sorgusuz sualsiz destek vermelerin böylesine, bir daha yüz yüze bakamayacak şekilde ayrılıklara dönüşmesi ne kadar enteresan.
Yıllar sonra gelinen nokta hüzün verici. Bu ülkede hangi ayrılık düzeyli olabilmiştir ki zaten, dedirtecek derecede… Beraberliğin ilkesel olması gerektiğini yeniden vurgulayan düzeyde…
Belki şunu da eklemeliyiz. Bilim, düşünce üretme, sanat yapma iddiasında olanlar yaslanmadan dik durmayı ve özgür omurgalılığı da başarmak zorundadırlar. Bir zaman sonra bir şekilde yıkılmaları sonuna dek yaslanmış olmakla ve alternatif bir dağ inşa etmemiş olmakla da alakalı. Fakat dünyanın gözleri önünde bir devlete, bir güçlüye ne kadar yakışan bir şeydir; kendi ülkesinden çıkabilecek bilimsel, sanatsal, kültürel vs katkıları sonuna dek, karşılıksız desteklemek… Varlığını bu desteklerin geri dönüşümüne bağlamadan var olmak. Vergi neyse de, alkıştan, oydan, onaydan, övgüden, önünde ceketlerin sürekli düğümlenmesinden, ellerin daima bağlı olmasından bağımsızlaşmak… Üslupsuz, düzeysiz düşmanlığa, şiddete dönüşmediği müddetçe eleştiriye, sorgulanmaya büyüklük yaparak tahammül etmek! Gönüllü destekçisine şımartarak kul olmamak, desteklemeyenine de tanrılaşmamak… Tabanı olmadan ayakta kalabilmenin yolunu bulmak, ayağını kaydırmaya çalışanların bunu başaramayacakları bir sağlam zemine basmak çabasında olmak, daima adalete doğru koşular, yarışlar yapmak!
(Git Allasen, git edebi bir şeyler karala, oyalama bizi, git bir şiir yaz dediğinizi duyar gibiyim.)
Gerçek muktedirlik desteklediğine kul-köleliği, kayıtsız şartsız itaati dayatmamakla olabilen bir şey... Sağladığı imkanların karşılığında var edilme ve varlığının devamlılığını bekleme zorunluluğu duymayan, halkına ikramda cömert ve halkından daha bağımsız bir muktedir özlemiyle…