Havai fişeklerle ölüyoruz!
Sakarya Hendek’te havai fişek fabrikasında meydana gelen patlama… 7 canımızı alan patlama. Havai fişekler gökyüzünde patlar sanıyorduk. Işıl ışıl… Rengârenk ışık kümeleri, havaya çizilen desenler…
Şimdi gökyüzüne ölüm, ayrılık ve acı saçıldı. Yarım kalan hayatlar, hayaller gökyüzünde patladı, dağıldı, yok oldu.
İnsandan daha ucuz ne var şu ülkede! Asgari ücrete talim ve teslim milyonların emeği, gençliği, alın teri nereye gider? İş güvenliği konusunda sıkı kurallar getirildi. Peki, kime getirildi bu kurallar? Kim denetler bu sektörü?
Ölümlere alıştırıldık.
Ölüyoruz!
Umudumuz bazen havai fişeklerle sönüyor.
Gün oluyor, yerin altında göçüyoruz. Siyahlara bürünen hayatların sesini ancak bir son dakika haberinde duyuyoruz. Bu ses de ölüm sesi! Bir madencinin ölümü, simsiyah ölüm!
Ölüyoruz!
Depremler oluyor. Biz hep yerin altındaki sarsıntıyı ölçüyoruz. Kalbimizdeki, içimizdeki sarsıntılar, artçılar hiç durmuyor, durulmuyor içimizdeki denizler.
Ölüyoruz!
Bizi öldüren kader mi, tedbirsizlik mi? Yoksa fakirlik mi? Büyüyen servetlerin ezdiği ve erittiği canların acısına ağıtlar yakılırken servet sahiplerinin avukatları basına bilgi veriyor. Yüce devletimizin temsilcileri olay yerine gökten inişler yapıyor. Geride kalanlara sabırlar dileniyor, ölenlere rahmet… Olayın takipçisi olunacağı, sorumluların gerekli cezayı alacağı… Sonra gözü yaşlı bir çocuğu seviyor çok büyük (!) bir yetkili. Yetkisini ancak ölümlerden sonra kullanan yetkili! İçimiz kan ağlıyor. İçimiz kan yeri, oysa devlet olay yerine intikal ediyor. Yanmakta olan yanıyor hâlâ, içimize gelen yok.
Ölüyoruz!
İçimizdekini duyan, bilen, yazan, söyleyen, aktaran yok. Yoksa bizimle birlikte herkes öldü mü? Niçindir bu sessizlik? Kanun maddelerinde bulunuyor bir boşluk, her defasında o boşluktan düşüp ölenler biziz, hep asgari ücretliler, kenar mahalle sakinleri. Biz mahalle sakiniyiz, sakin sakin ölüyoruz. Kim bilir, ilk kez sesimiz çıkıyordur, ölüm sesi, patlama sesi. Havai fişekler eşliğinde ölüyoruz, kadere yazılmış ne acı ölüm metni! Biz böyle ölmek istemiyoruz, itirazımız reddediliyor.
Ölüyoruz!
Havai fişeklerle ölüyoruz ama ölümümüz havalı değil. Öyle ya, bilmem ne hastahanesinde, bilmem kimlerin akın ettiği bir ölüm haberi değil bu. Ölüm haberimiz bir alt yazıda geçiyor. Hayatımız da altlarda bir yerlerde değil miydi? Aldığımız ücret, oturduğumuz makam ne ki!
Başhekimin etrafında toplanan uzman ekipler yok ve onlarca kameraya söylenmiyor ölümümüz. Varsın ölüm bahsimiz böyle geçmesin, ömrümüz havalı değil ki ölümümüz olsun!
Ölüyoruz!
Rıfat Ilgaz ne güzel söylemişti: “Bütün çalışanlar;/Teker teker sökülmüşüz toprağımızdan,/Havamızdan, suyumuzdan olmuşuz./Yaşamaktayız aynı çatının altında/Daha mahzun, daha hesaplı./Rahat günlerin işçisi olacaktık,/Rahat günlerin şairi:/Bir çift sözümüz vardı/Narçiçeği, gül dalı üstüne,/Dudaklarımızda kaldı!”
Havai fişeklerle ölüme uçan genç bir baba, doğduğu topraklara, Çorum’a uğurlanıyor. İşte ancak ölümlerle kavuşuyoruz baba ocağına, çocukluğumuza… Toprağından sökülen ne çok can var şu ülkede, ne çok sahipsiz, ne çok acı, ne çok ölüm!..
Cahit Irgat, bizi anlatacak ve “İthaf” diyecekti: “Fabrika bacaları çatlayacak hırsından/Sefaletler, felaketler ve kötü niyet/Her gün götürüyor içimizden birini/Şu fabrika, şu vapur, lokomotif düdüğü/Şarkısını tekrarlıyor ezilmişler şehrinin.”
Hırsından çatlıyor patron! Rekabet, borsa, yatırım, emlak, diyorlar. Ve menkul değerler var da insanî değerler yok be kardeşim!
Cahit Irgat bölüşmeyi, birlikte gülmeyi ve yaşamayı ne çok istiyordu: “Biz de bakabilelim/Bir ışıklı pencereden/Bize de pay düşmeli/Şehirlerden, caddelerden, denizden./İnsan insan paylaşalım/Yaşamayı, komşuluğu, dostluğu/Bağdaş kurup yan yana/Bir sahandan yiyelim/Dünyamızın sofrasında.”
Ezilmişler şehri… Ezilmiş yüreklerin hikâyesini okuyoruz. Bize de dünya sofrasında pay olarak hep ölmek düşüyor, üstelik havai fişeklerle ölüyoruz!