Hatıralarımız
Yaşı altmışın üstünde olan sanatkârlar, edebiyatçılar, ilim-kültür erbabı, gazeteciler, yayıncılar, askerler, siyasetçiler ve diğer meslek mensupları,hatıralarını yazmalıdır. Zira bu anılarda,yaşanmış ömrün özü/özeti ve kıssalardan alınacak hisseler vardır. Kitaba en az yarım asırlık birikim yansıyacaktır ki büyük kazanç! Basın dünyasında bu yaşın üstünde pek çok arkadaşım var. Rastlaştıkça hatırlatıyorum: “Hatıralarını yazdın mı?” Genellikle “Hayır” karşılığını alıyorum. Sebebini sorduğumda cevap şöyle: “Belki ileride.” Pes etmiyorum: “Peki 100 yaşına kadar yaşayacağına dair elinde garantin var mı?” Melûl, mahzun bir karşılık: “Yok!” Milat gazetemizden hatıratını yazanlar var. İki emektar dostumu da sıkıştırıyorum. Bakalım başlayacaklar mı? Kıymetli gazetecilerimiz Süleyman Karakulluk ve Cahit Hınıslıoğlu. Diğerleriyle birlikte inşallah kaleme sarılacaklar.
Gelelim
elimdeki hatırata. Yetmişlerin
Türkiye’sinden Bir Gençlik Hatıratı’nı bir solukta okudum. Öğretmen, ozan,
yazar, ressam, kültür-sanat tarihçisi, şair,fotoğraf sanatçısı Abdullah Kılıç.
Neredeyse bütün unvanları toplamış. Kıskançlık yok, hepsinin hakkını veriyor. 80’li yıllarda birçok yerde millî şiirleri sazıyla
seslendiren bir sanatkâr. Şimdilik sazı duvara asmış ama en yakın zamanda
indirtip ondan yanık türküler dinleriz. Çektiği sanat fotoğraflarımükemmel. Bazılarını
sosyal medya hesabımda paylaşıyorum. Abdullah Kılıç gençlik hatıralarını kırk
yıl sonra kaleme aldı. İyi ki yazdı, bizi de 1980’lerin öncesine yolculuğa
çıkardı. Zira yaşanan acıları, tuzakları, birbirine düşürülen gençlik
gruplarını, darbeleri unutuveriyoruz. Unutmaya asla hakkımız yok!
Kitapta
yazarımız 1971’den 1980 yılı sonuna kadar yaşadıklarını okuyucularıyla
paylaşıyor. Ki henüz 16-25 yaşları arasındadır. Ben şahsen bazı hüzün yüklü
sayfalarda kendimi buldum. 1980 öncesi Türkiye’de yaşananları unutmak kabil mi?
Önsözdeki şu satırları okuyalım: “Bu dünyadan nice şahlar, nice köleler geldi
geçti. Hepsinin yerinde yeller eser. Biz de bu dünyaya geldik geçtik, gidiyoruz;
şimdi varsak yarın yokuz. Bu dünyada öğrencilerimizin ve dostlarımızın kalbine
azıcı sevgi tohumları ekebildiysek ne mutlu bize. Ne mutlu bu dünyadan yüz
akıyla geçebilenlere…”
Abdullah
Kılıç 1955 Gaziantep doğumlu. Ömrünü irfanımıza, medeniyetimize adamış bir dava
adamı. Hep iyiliklerin peşinden koşmuş, ülkemizin incilerini bulup çıkarmış.
Talebelerinin elinden tutup yetiştirmiş. Köylümüze, kasabalımıza yardım etmiş. Mütevazı,
kalender, derviş meşrep. Dostlarını hiç unutmamış. Kitap boyunca merhum Ahmet
Tevfik Ozan’ın şiirleri eşlik ediyor bize. Yakın dostu, ahbabı. Ama yazarımıza
şimdi bir görev düşüyor. Şairimiz hakkında kitap yazmalı. Bunu da yapar
biliyorum. Belki de başlamıştır bile. Bizim değerlerimizi unutma hakkımız,
lüksümüz yok!
Sayfalar
arasında dolaşırken bir de ne göreyim. Resimler, çizimler, desenler. Meğer
yazarımızın ressamlık vasfı varmış da bunu dostlarından gizlemiş. Maşallah! İşte
bu ‘hezarfen’liktir, bin hünerliliktir. Anlattığı dönemle alakalı sevimli
fotoğraflar… Eski köy manzaraları, öğrencileriyle kareler, piknik tüpleri, gaz
ocakları, bir zamanların otobüsleri, dolmuşları… Ne güzel belgelik film çıkar
bu kitaptan! Ey usta yönetmenler! Alın size hazır senaryo, çekin ve bizi
sevindirin! Mübarek Anadolu’muzu geleceğe, başka nasıl taşıyabiliriz?
Çocukluğunu
da anlatıyor Abdullah Bey ailesini de. Talebelerinden de bahsediyor
hocalarından da… İlkokul öğretmenliği yaparken öğrencilerle çekilmiş
fotoğraflar unutulabilir mi? Keşke imkân olsa o öğrenciler bir araya gelse,
“Abdullah Öğretmen”lerini Gaziantep’in o kuş uçmaz, kervan göçmez köyüne davet
edip 40 yıl öncesini yâd etseler. Ve bu daüssılayı şiiriyle süsleyen Ceyhun
Atuf Kansu’ya kulak veriyoruz: “Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum, / Kır ve
dağ çiçeklerini istiyorum.” Sonra şu mısraları gözlerimizi nemlendirmez mi:
“Hepinizi, hepinizi istiyorum, gelin görün beni, / Toprağı nasıl örterseniz
öylece örtün beni.”
248
sayfalık hatıraları iki Ramazan akşamında okudum. Satır satır Anadolu kokuyor.
İnsanlarımızın inancını, sebatını, hasretini, muhabbetini, hayallerini
yansıtıyor. A.T.Ozan’ın şu mısralarına ne demeli peki: “Dedi, nur yüzlü adam:
‘Al, tak kanatlarını!.. / Feza kanatlarından birnehir gibi aksın!.. /
Yelesinden tut ve öp, Yavuz’un atlarını!.. / Her secdede, bir melek; nurdan
çelenkler taksın!..”Ne demişti rahmetli büyüğüm Ergun Göze: Yaşasın Hatıralar!
Kitabın
sonunda ayrılık hüznünü yaşayacakken yazarımız bir müjde ile şevkimizi
arttırıyor. Eserin devamında tanıdığı yazar ve sanatçıları anlatacak. Ki o
dönemi ben de yaşadım. Zira birlikte İstanbul Kültür Sanat Meclisi’ni kurduk. Üsküdar
merkezli oluşumda birçok hayırlı faaliyet yapıldı. Sanırım bu ciltte
1980’ler’den 2020’lere gelinecek.Tevafuk oldu. Kılıç’ın hazırladığı ve İTO
tarafından neşredilen İstanbul Eminönü
Yeni Camii Külliyesi ve Hünkâr Kasrı kitabını gördüm. O bahs-i diğer. Lâkin
aziz okuyuculara bu eseri okurken caminin Hünkâr Kasrı’nda açılan ve 30 Nisan’a
kadar açık kalacak sergiyi gezmelerini de tavsiye ediyorum.