Hatay'ı kendinde aramak!
Yıllar önce ‘Hatayı Kendinde Aramak’ isimli bir yazı kaleme almıştım. Bu yazı üzerine bir dostum Hatay, zaten bizde değil mi? gibisinden bir espri yapmıştı. Biz de bu espriye gülüp geçmiştik. Dün gülüp geçiştirdiğimiz espri, bugün maalesef acı bir fotoğraf olarak karşımızda duruyor. Hatadan Hatay’ı, Hatay'dan da hatayı ayıramaz olduk. Peki, şimdi size sorayım: Hatay nerede, hata nerede?
Bu soruya herkes
kendine göre bir cevap muhakkak verecektir. Bazılarınız meseleyi siyasi,
bazılarınız ahlaki, bazılarınız da dini zemine çekecektir. Ancak siz hangi
zemine çekerseniz çekin, takdir sizindir, ama ben durduğum ve baktığım açıdan
meseleyi değerlendirmeye çalışacağım. Çünkü ben hala Hatay'ı da, hatayı da
kendimde arıyorum.
6 Şubat gecesi
04.17'de kelimenin tam anlamıyla hayat durdu, dünya sallanmaya başlandı. Yer
yerinden oynuyor, gökten başımıza adeta ölüm yağıyordu. Yağmurun altında
canhıraş bir telaş ruhumuzu kaplamış, ha şimdi ha birazdan diyerek yıllarca
emek edip aldığımız evlerimizin başımıza yıkılmasını çaresiz bir şekilde
Kelime-i Şehadet getirerek bekliyorduk. Güzel ülkemin on bir şehri yerinden
oynarken tüm ülkenin yüreği dağlanmıştı. Haber kanalları ve yetkili kurumlar
gece iki deprem oldu diye belirtse de yaklaşık yirmi dakika boyunca mütemadiyen
sallanmış ve bize göre en az üç büyük deprem yaşamıştık. Gecenin karanlığından
günün aydınlığına ve selametine erdiğimizi düşündüğümüz anda güneş tam
tepemizde iken bu sefer daha çetin bir şekilde yer homurdanmaya ve
üstündekileri yere atmaya başladı. Bu sefer çoğumuz dışarıdaydık ama yine de
içeride olan bazı canlarımızı da toprağa emanet etmiştik. Resmi rakamların elli
bine dayandığı, yaralıların yürek dağladığı afetin büyüklüğü sadece rakamlardan
anlaşılamayacak boyuttaydı.
Kahramanmaraş,
Hatay, Adıyaman (Acıyaman), Malatya enkaza dönmüş, Osmaniye, Gaziantep,
Diyarbakır, Kilis, Şanlıurfa, Elazığ ve Adana ise büyük hasar almıştı. Adana’da
sallanmıştık ama diğer şehirlerde yıkılmış ve yerle yeksan olmuştuk. Tarifsiz
acılar içerisinde kalakaldık. Bu acıyı ne yaşayanlar anlatabilir ne de
dinleyenler anlayabilirdi.
Her şeye rağmen
her şeyin Allah’tan geldiğine ve yine O'na döneceğimize olan inancımızla çileye
sabır, nimete şükür gayretinde Yüce Rabbimize sığındık. Zaten o an başka da
sığınılacak bir yerimiz veya kimsemiz yoktu. İnsan olarak ne kadar aciz
olduğumuzu sallanan avizelere bakınca bir kez daha anlamış olduk.
Çocuklarımın
geleceğini garanti altına aldığımı iddia ederek sahip olduğum mal ve mülkle
övünürken, mülkün gerçek sahibini unutmuş ve nefsimin esiri olduğumu o gece daha
iyi anlamıştım. Bu dünyanın bir han, bizlerin ise sadece bir yolcu olduğumuzu o
gece bir kez daha öğrenmiş olduk. Tek sermayemizin amellerimiz ve yapmamız
gerekirken yapmadıklarımız olduğunu gördük. Hayat, o gece bizlere ufacık
ömrümüzü koca pişmanlıklarla doldurduğumuzun faturasını acı bir şekilde tahsil
ettirmişti.
Bizim olduğunu
zannettiğimiz ne varsa her sallanışımızda yüzümüze ve ruhumuza bir kâbus olarak
çarpıyor ve yanılgılarla dolu olduğumuzu fark ediyorduk. Ömrümüzün faturasını
ağır bir şekilde ödüyorduk. ‘Mal da yalan,
mülk de yalan, var biraz da sen oyalan!’ sözündeki oyalanmaktan geçmiş
bedelinin hesabıyla yüzleşiyorduk.
Peki, bu
depremlerden gerekli dersi almış mıydım? Şimdi kendimize sormamız gereken en
doğru soru bu olsa gerek. Eski kavimlerin helak sebeplerinin tek tek
toplamından daha fazlası içinde bulunduğumuz çağda toplumlar tarafından kabul
görmüş ve her gün bir uçuruma doğru giderken kendi dışımızdakileri suçlayarak
kendimizi aklayabileceğimizi düşünüyor olmanın nasıl bir yanılgı olduğunu
anlayabilmiş miydik? Toplum içerisinde var olan kötülüklere sessiz kalmak da o
suça ortak olmak değil miydi?
****
Yatay
özgürlüklerimizi elimizin tersiyle iterken dikey esareti tercih ettiğimiz zaman
yanılgılarımız başladı. Geniş aileyi peşinata saydırıp çekirdek ailenin
taksitlerini öderken her taksitte parça parça eksildiğimizi fark etmeden yaşar
olduk. Örnekleri çoğaltmak mümkün ancak meselenin özünde herkesin hatayı önce
kendinde araması gerekiyor.
Başımıza gelen
musibetler imtihanımızın sebebidir. Bu zor günlerde sabra ve şükre çokça
ihtiyaç duymaktayız. Ayrıca bu süreçte kendimize çekidüzen vermek ve neyi,
nerede, nasıl yaptığımızı tefekkür etmek, gelecek adına doğru adımlar atmamız
için gerekli bir eylem olacaktır.
Bugün hatayı
kendimizde aramazsak, yarın Kahramanmaraş’ı, Adıyaman’ı, Malatya’yı,
Gaziantep’i, Osmaniye’yi, Kilis’i, Şanlıurfa’yı, Elazığ’ı, Diyarbakır’ı,
Adana’yı, velhasıl Türkiye’yi, hatta Hatay’ı bıraktığımız yerde bulamayız.
Haydi! Buyurun,
birilerini suçlamak için önce aynaya bakıp, kendimizden başlayalım.
Vesselam.