Hastanede şiddet, okulda şiddet, caddede şiddet, her yerde şiddet!..
Gülhane Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde görevli kardiyolog Doç.Dr. Arslan Öcal’ın, randevusuz gelip, “sonuç göstermek” istediklerini söyleyen baba-oğul tarafından darp edildiğine dair haberi görmüş olabilirsiniz.
Saldırıya
maruz kalan Hekimimiz, polis
tutanağındaki ifadesinde, “Genç olanı
beni tuttu, öbürü de yumrukladı!” diyor.
*
Öncelikle Sayın Hekimimize “geçmiş olsun” diyelim ve herkesi,
özellikle de hastalarla hasta yakınlarını sâkin olmaya davet edelim.
*
Bu hadiseler son vakitlerde iyice arttı mı, yoksa bize mi öyle geliyor?
Çok ağır iş yükü altında çalışan sağlık personelinin karşı karşıya
kaldığı şiddet olaylarına dair nice haber görüyoruz…
“Sağlık personeline
şiddet” olayları çok mu arttı?
Yoksa, bu olaylar medyaya hemen yansıdığı için, artmış gibi mi görünüyor?
Şiddette yaygınlaşma tablosunun oluşmasında, medyanın şiddet
haberlerine rağbet etmesinin tesiri var
elbet.
Ben de çok net bir şekilde görüyorum ki,
olaylarda artış var.
Hiç şüphesiz, koronavirüs yıkımının sürpriz sayılamayacak
sonuçları bunlar.
Sağlık çalışanları, hastalar, hasta yakınları; hepimiz o kadar ağır bir “baskı”
altında kaldık ki…
Hani, kafayı sıyırmamak çok zor.
Bendeniz, Rahmetli Evlâdımın, tam da koronavirüs sıkıntısının en ağır
dönemine denk gelen “tedavi” süreci boyunca, bunu birebir yaşadım.
Ailemizin her mensubu hatırlar, o sıkıntılı günlerin her anını.
Aylar aylar boyunca hastanelerde kaldık;
çok ağır hastalığın onkolojiden nörolojiye, genel cerrahiden fizik
tedaviye kadar takip edilmesi gereken bütün safhalarıyla ilgilendik.
Bu süreç, hem sağlık çalışanlarının hem de hasta ve hasta yakınlarının
neler çektiklerini iyice gösterdi bize.
Hiçbir idarecinin, hekimin çözemeyeceği kadar büyük problemler hastanede
bulunan herkesin üzerine üzerine geliyor; gerilim birçok noktada “çatışmaları”
da beraberinde getiriyordu.
Pek gündeme gelmeyen insanlarımız, kapılardaki “taşeron” güvenlik
görevlileri de yukarısı ile aşağısı arasında kalmış, ezildikçe eziliyordu.
Biz bunları gördük.
Özellikle büyük hastanelere yolu düşenlerin çoğu da görüyor.
Sıkıntı ortada.
Peki ya çözüm?
Şiddet olayları arttıkça, akla gelen ilk tedbiri, “cezaların
arttırılmasını” düşünüyor, bunun “caydırıcı” olacağına inanıyoruz.
Cezaların arttırılmasının elbette etkisi olur, pek çok kişiyi
caydırabilir ama karşımızdaki problemi çözmez.
Çünkü, insanların cezadan korkmadıkları aşamalar da olabilir.
Özellikle kanser vakaları hızla artıyor, onkoloji hastanelerine
gidenlerin büyük bir bölümünü “4’ncü Evre” hastalar oluşturuyor.
Bu aşamaya gelmiş hastalar ve yakınları için “cezaların” ne kadar
caydırıcı olacağını tahmin edebilirsiniz.
Kimileri durumu tevekkülle, sabırla karşılar…
Kimileri de, maalesef şiddete meyleder.
Çeşit çeşit insan var.
Bir de hastalık psikolojisi, çaresizlik hissi…
Ortada büyük bir tehdit var, bu tehdidin boyutlarının azaltılabilmesi için
gerek Sağlık Bakanlığı’nın, gerekse ilgili üniversite yönetimlerinin ne kadar
büyük gayret sarf ettiklerini biliyoruz.
Ne var ki, dalga boyu çok büyük.
Sıkıntı, hastanelerle de sınırlı değil.
Geçtiğimiz günlerde, kırmızı ışık
ihlâli yapan bir sürücünün kendisini kornayla ikaz eden bir başka sürücünün
aracına nasıl saldırdığını, levye ile araca nasıl hasar verdiğini hep birlikte
ve büyük endişeyle izledik.
Saldırıya uğrayan aracın sürücüsü dışarıya çıksaydı, ağır yaralanmalı,
ölümlü bir hadiseye şahit olabilirdik.
Allah korudu.
*
Hastanelerden, cadde ve sokaklardan bahsettik.
Okulları da unutmayalım.
Öğretmen dostlarımız, “bazı öğrencilerinden çekindiklerini”
söylüyor bize.
Birçok okulun etrafında tip tip herifler dolaşıyor.
Gençleri madde bağımlısı yapmak için uğraşan bu çok zararlı tiplere karşı
polis operasyonları devam etse de, bir şekilde gençlere ulaşıp çoğu vakit işi
bitiriyorlar maalesef.
Öte yandan;
Televizyon dizilerindeki, sosyal medyadaki “şiddeti teşvik” içerikli
yayınlar, gençleri cezbediyor.
Gittikçe daha fazla genç, “işlerin ancak güç kullanmak suretiyle”
çözülebileceğine inanıyor.
“Çeteleşmeler” artıyor.
Boşanmalar arttıkça, anne babalarına duydukları öfke ve kızgınlığı
etraflarına yansıtacak olan gençlerin sayısı da tırmanacaktır ne yazık ki…
Bir de “kadına şiddet” meselesi var.
Memlekette, erkek, kadın, çocuk nice insan şiddete maruz kalıyor ama
birileri sürekli olarak şiddeti kategorize ediyor.
Şiddete uğrayanları ve şiddet uygulayanları niçin ayırıyoruz ki?
Mazluma kimliği sorulmaz oysa!..
Zâim de zâlimdir, o kadar!
Öte yandan,
“Resmi veriler,
katledilen erkek sayısının çok daha fazla olduğunu gösteriyor!” yollu haberlere de
sıkça rastlıyoruz.
Katil ve maktullerin cinsiyetleri üzerinden “şedit tartışmalar” yürütüyor,
hep birlikte “feministlerin” oyununa geliyoruz.
*
Şiddete bir “bütün” olarak bakabilsek…
Sıkıntının, cinsiyetten, meslekten, yaştan bağımsız olarak hepimizi aynı
derecede tehdit ettiğini görerek bir “seferberlik” başlatabilsek…
Ben bunları söylerken…
Bir arkadaşım,
“İşe, öfkeden kabarmış
yüzlerle birbirlerine hakaret eden politikacılardan başlamak lâzım!” deyince…
Kafamdaki yazı başka taraflara gitti.
*
Politikacılarımız, “hilm ve
teenni”nin önemine binaen, “kızgın demiri soğutmaya” katkı
verseler, ne iyi olur.
Karşılıklı atışmalara bakılırsa, her iki taraf da 2023’te seçimi
kazanacağından şüphe etmiyor.
Madem öyle, bunun rahatlığının yüzlere, dillere yansıması lâzım.
Biliyorum, sabretmek çoğu vakit kolay olmaz ama…
“Zora tâlip olmak” değil midir,
yapılması gereken?
*
Politik rekabet, söz mücadelesi elbette tabiidir.
Politikacılar birbirlerine elbette yüklenecektir.
Amma velâkin, bu yüklenişlerde “estetik” aranmaz mı?
Anadolu’nun ne güzel, ne zarif fıkraları var malûm.
Rahmetli Nasrettin Hoca’yı sadece bizi güldürdüğü için mi
seviyoruz?
Lâfı gediğine oturturken, hepimizi “tefekküre” davet eden dünya
tatlısı bir Anadolu Erkeği Nasrettin Hoca.
Onun gibi olmak istemez miyiz?
***
EKONOMİK
FIKRA!..
Madem Merhum Nasreddin Hoca’dan bahsettik.
Okuyanlar
bir fıkra bekleyecektir.
Beklentiyi
karşılayalım:
Efendim;
Hoca
meteleksizdir.
Dışarı
çıkmayı düşünür, ama cebinde parası olmadığı için yatakta oturup durmaktadır.
O
düşünürken, çocuğu, hanımı para istemektedir.
Ev böyle bir
atmosferdeyken, kapı çalınır.
Gelen
Hoca’nın arkadaşlarından biridir.
Hanımı ,“Buyurun, Hoca yukarıda” der.
Misafir
yukarı çıkar.
Bir bakar
ki, Hoca yatakta…
“Ooooh, MaşaAllah Hocam, keyfiniz
yerinde” der.
Hoca, “Eh işte, istirahat ediyoruz biraz”
diye karşılık verir.
Misafir, “Hocam” diye girer söze, “Çok parasız kaldım. Bana biraz borç
verirseniz, gelecek hafta size iade ederim” diyerek isteğini dile getirir.
Hoca,
yatağından çıkmadan, “Tamam” der,
“Şurada cübbem var, onun iç cebine
bir bakıver.”
Misafir,
cübbenin iç cebine bakar, bir şey
bulamaz.
Hoca bu
sefer, “Şuradaki heybeme bak o zaman!”
der.
Misafir onu
da yapar, parayı yine bulamaz.
Böyle böyle,
üç beş yeri işaret eder Hoca, hiçbirinden para çıkmaz.
Misafir en
sonunda, “Ama efendim, gösterdiğiniz yerlerin hiçbirinde para yok!”
deyince…
Hoca, şöyle bitirir muhabbeti:
“ odanın dört bir tarafın aradın.
Hiçbir yerde tek kuruş bulamadın. Senin bulamadığın parayı ben nereden bulup da
sana vereyim!””
*
İşte bir Nasrettin Hoca fıkrası.
Merhum Hoca,
gelen misafiri “Git işine be adam, bende
metelik yok, sen kalkmış para istiyorsun!” diyerek azarlayabilirdi, değil
mi?
Hayır, öyle
yapmamış…
Karşısındakinin
durumu idrak edebilmesi için strateji uygulamış.
Bu
stratejiden hangi politikacı nasıl istifade ederse etsin.
Tarihimizde
ne zenginlikler var da, istifade eden kaç kişi?