Hasret
Cennet
değil mi yâr ile sohbet dedikleri
Dûzah değil mi âteş-i hasret dedikleri
Nev’î
Toprak, suya; yaprak, güneşe… Kalp kalbe… Uzaklar, yakına… Ay, güneşe…
Gece, sabaha… Ve sabahlar, aydınlığa… Gün, düne; an, maziye hasret. Harfler, heceye; heceler, kelimeye;
kelimeler, cümleye koşuyor. Cümlem hasretle başlıyor. Erken mi, geç mi kalıyor?
Irmaklar, denizlere akar.
Irmakların hasretidir denizler. Dağları, dereleri, ovaları aşıp kavuşmak kolay
mıdır? Nice zahmetlerle kavuşulur. Kıvrıla
kıvrıla, bazen sakin, bazen coşkun akar. Bazen kesilir suyu, azalır ve
kuruyabilir ırmak. Kuraklık. Çölleşir toprak. Su. Göklerden gelecek olanı bekler gözler.
Gönülden istenir. Bir dua olur su. Hasretin adıdır su. Çatlayan gönüllere hayat
verir. Gözyaşı da böyle değil midir? Gönülden istenen gelmeyince gözyaşı yağmur
olmaz mı? Yağmur göklerden, gözyaşı gönülden akar, sağanak sağanak düşer. Her
tanesinde hasret vardır.
Şimdi maziden davet var. Yıllar evveline gitmek, mümkün olmayana kavuşma
arzusu. Biliyorum, akan su geri dönmez, kırılan cam tamir olmaz, güneş ufka
dalmışsa dönmez. Biliyorum, ömür mevsimlere bölünmüş, her birisinin rengi
farklı. Her bir mevsimde değişiyor yüzümüz.
Şimdi sonbaharındadır ömür. Bahara dönmez, biliyorum baharın rengini,
kokusunu. Gönül bal arısıdır ama baharı kaçırmışsa çiçeğe kavuşması mümkün
değildir. Çiçeğin özündedir meyve. Sabırla hasretine kavuşacağı günü bekler.
Hasret yazılıdır çiçeğin yüzünde. Ne erken, ne geç gelmiştir. Vaktini bilir,
kader değil midir bu?
Ne yapmalı, kime, nereye gitmeli?
Bir masal yazmalı. Bir rüya görmeli.
Derin uykulara dalmalı. Çiçeklerin toprakta değil, kalpte yetiştiğini
öğretmeli. Su kadar sevginin de gereği bilinmeli. Şimdi diyorum, rüyanın
hakikat mi, hayal mi olduğunu sorgulamadan yaşamalı. Aklın fikrin yetmediği,
bambaşka bir âlemde, bir gönülde kurmalı hayalleri. Gönlün kapısından akıl girmesin, aklın olduğu
yerde kalpler hep darbe alıyor. Çağın aklına yenilmeden, mazinin kaçan uykusunda bir rüyanın penceresinden
süzülüp çiçeğin özüne kavuşmalı. Özdemir Asaf’ı da sarsan ve saran hasreti
duymalı: “Uykunun içinde bir
rüya,/Rüyamda bir gece,/Gecede ben…/Bir yere gidiyorum,/Delice…/aklımda sen.”
Neye baksanız, neye dokunsanız, nereye gitseniz, ne yapsanız, ne etseniz
de geçmez sızıdır hasret. Yer gök, dağ taş ve yollar hep hasretle doludur.
Çağırırsınız ruhunu, kavuşmak bir rüyadır, zordur. Hükmü verilmiş, kalemi
kırılmış bir mahkûmun kapanan defteridir hasret. Tanpınar’ı dinlersiniz: “Kime dokunsam sensin/Kimi çağırsa
dudaklarım…/Başımın tacı, canım efendim./Görünmez çığlıklarımı gören/Eğilmez
başımı öpensin./Sen bir deniz derinliğisin”
Yeri, izi, kaynağı bilinmez bir ağrıdır hasret. Zamanı belirsizdir, an
olur gecenin ortasına düşer, uykulardan uyandırır; an olur bir gülümsemeyi hüzne çevirir,
yüzünüzde bir kesik acısı gibi belirir. Ve gün olur paslı bir mıh gibi saplanır
içinize. Kanayıp duran bir yaranın kabuk
bağlamış hâlidir hasret. Geç teşhisle gelen şifasız bir dert olur hasret. Issız
bir adada yapayalnız kalıp bekleyen kalbin titreyişidir hasret. Zamanı
durduran, ol deyince olduran, ölmüşe nefes, kalplere heves verdiren yüce
kudrete sığınma vakti. Geç de olsa buluşmak ve tanışmak heyecanıyla hasretle
tutuşan yaralara merhem değil midir bir çiçeğin yüzü? Bal arısını diyar diyar
uçuran çiçeğin özü müdür, bala kavuşma arzusu mudur? Zordur bunun cevabı ama
Yunus şöyle demişti: “Canlar canını
buldum, bu canım yağma olsun/Assı ziyândan geçtim, dükkanım yağma olsun/Ben
benliğimden geçtim, gözüm hicabın açtım/Dost vaslına eriştim, gümanım yağma
olsun/Yunus ne hoş demişsin, bal u şeker yemişsin/Ballar balını buldum, kovanım
yağma olsun”
Ne okunur, ne yazılır; ne anlatılır, ne paylaşılır bir sırdır hasret.
Kalpte doğar, kalpte büyür ve orada gömülüdür. Umut hep duada gizlidir. Bir
şarkı mektup olur ve gönderilir kalpten kalbe… “Gün bizim güneş bizim, göğsümüzde ateş bizim/El ele olduğumuz o gün
gülmek bizim/Dün bizim yarın bizim, yana yana sevmek bizim/Hasrete vurduğumuz
göz göz yürek bizim”