Hasar kayıtlı İslami yorumlar
Genelde din özelde İslam’ın tarihsel ve
aktüel deneyimlerinden mülhem birçok söylem ve yorumu ihtiva etmesi, benim
açımdan bir problem teşkil etmediği gibi çeşitlilik ve çoğulculuk adına
sevindirici bir durumdur. Esasen teoloji matematiksel bir kesinlik
taşımadığından, aynı zamanda bir inancın konusu olduğundan çoğulculuk da
doğrusu bu işin doğası olarak görülmek durumundadır. Fakat tabii ki bütün
düşünce ve yorumlar eleştirilemez değillerdir.
Bu bağlamda burada iki dini yoruma bir
problem alanı olarak değineceğim. Birincisi,
Sünneti farklı gerekçelerle dışarıda bırakan yorumlardır. Bunlar, sünnetin
(ve/veya hadislerin) dışarıda bırakılmasının gerekçesini uydurma rivayetler
olarak belirtiyorlar. Fakat bir şeyin uydurmaları var diye gerçeklerine sırtını
dönmek ne derece mantıklı? Burada birkaç noktayı hatırlatmalıyız. Birincisi,
Sünnet İslam’ın ete kemiğe bürünmüş formudur ki, içindeki tarihsellikleri
aşarak “bugün”ü inşa etmek için sosyal formüller taşırlar. Tabii ki bunun
gerçekleşmesi insanın çabalarıyla mümkündür. İkincisi, Sünnet yeryüzünde
yaşayan dinler içerisinde sadece İslam’ın bir imtiyazıdır. Hiçbir dinde
Peygamber ya da din kurucusunun sözü bu kadar kayıt altına alınmamıştır.
Kanaatimizce diğer kutsal kitapların bu kadar kolay tahrif edilmesinin sebebi,
Sünnet gibi teoriyi (Kur’an’ı) toplumsallığa (pratiğe) irtibatlayan bir
imkanlarının olmamasından kaynaklanmaktadır. Üçüncüsü de, teorinin her türlü
ideoloji, düşünce ve görüşlere meşruiyet sunacak düzeyde savrulmalara maruz
bırakılmasının da önüne geçer. Kimi yorumcuların sanki 1400 yıldan sonra
İslam’da yeni şeyler keşfediyorcasına konuşmaları, ironi ile seyrettiğim bir
durumdur. Bunlar şimdilerde İslam’da bir “yoklar listesi” hazırlamakla
vakitlerini geçiriyorlar.
Diğer yandan neo-selefi hareketler de ister
yerel isterse bölgesel ve dünya ölçeğinde ortaya koyduğu tecrübelerle bir başka
sorunlu islami yoruma tekabül etmektedir. Hiçbir ilmi müktesebatı ve alt yapısı
olmayan, dünyayı okumayı bilmeyen bu yorumların daha “nasıl bir insan
yetiştirmemiz gerekir?” sorusuna cevap vermeden “hukuk” ve “devlet” fikrine sabitlenerek
müslüman toplumları bir başka açıdan kilitledikleri aşikar olarak ortadadır.
Daha çok müslüman toplumların kendi içindeki her bakımdan “zayıf”lıkları ve
“amaç”sızlıkları arasından söylem yükselten bu yorumların literal ve öfkeli
nitelikleri onların aynı zamanda zafiyetlerini oluşturmaktadır. Modernlikle
hesaplaşmak üzere ürettikleri söylem, bir türlü içinden geçerek bugüne
gelemedikleri “geçmiş”in içine doğru çökmektedir.
Birbirinden farklı bu islami yorumların ortak
noktası, gelenekle aralarında oluşan mesafedir. Her şeyden önce ilk yaklaşımın
sünnete olan mesafesi ilk olarak bunu ele vermektedir. Tam da bu noktada
Batı’da Sünnetin “tradition” yani gelenek olarak adlandırıldığını hatırlayalım.
Diğer yandan bu anlayış, Kur’an’ın modern zamanlarla buluşturulması gibi bir
çabaya imza atma bakımından takdir edilse de, geleneksel müktesebata olan
mesafesi “bugün”ü inşa etmede sorunsala dönüşmektedir. Ayrıca her seferinde
müslümanların önüne çıkarılan geleneğin hesabını da vermek zorunda da
kalmamaktadırlar. Fakat geleneği parantez içine almaları, hadis literatürü ile
konuşacak olursak, muallak hadis gibi kendi rivayetlerini otantisitesini de
sorunlu kılmaktadır.
Diğer yandan neo-selefiler ilmi müktesebata
hiç iltifat etmemenin yanı sıra gelenekle ilgili tavırları da paradoksal bir
duruma işaret etmektedir. Bir yandan giyim kuşamlarıyla tarihin içinde çıkıp
gelmiş görüntü arz ederken, diğer yandan geleneği de “yetersiz” ve “sinik”
olarak görmektedirler. Bunları yazarken geleneğin bugünü karşılama bakımından
yetersizliğinin tabii ki farkındayım; fakat “bugün”ü sağlam yerlere yaslanmadan
ve geleneğin içinde “yer edindirme”den inşa edileceğini düşünenler, bıraktıkları
o boşluğun içine çökmek gibi bir sorunla malül görünmektedirler.