Hasan Hanefi
Tefekkür, felsefe ve
ilim dünyasından maalesef bir yıldız daha kaydı: Hasan Hanefi vefat etti.
Öncelikle kendisine Yüce Allah’tan (CC) rahmet dilerim. Üzüntümü ziyadeleştiren
durum ise, giderek sayıları azalan mütefekkirlerden biri olmasıdır.
Geçen yazımda bugünden
için Tanrı-insan ilişkisine dair sağlıklı bir teolojinin imkanlarını
tartışacağımı belirtmiştim. Hatta yazının son paragrafında Hasan Hanefi’nin son
kertede merkeze “insan”ı yerleştiren teoloji kurgusundan bahsetmiştim. Bugün
aslında Hasan Hanefi’nin görüşlerine bu bağlamda bir kritik yapmayı da
düşünmekteydim. Bu tevafuk teessürlü bir olayla birlikte gerçekleşse de,
neticede Hasan Hanefi görüşleri itibarıyla üzerinde konuşulmayı hakeden bir
şahsiyettir.
Kendisi ile olan
gıyabi (kitapları üzerinden) tanışıklığım, 2011 yılında İstanbul Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi’nin bir sempozyumuna teşrifi ve verdiği konferansla birlikte
vicahiye döndü. O zaman kendisinin mihmandarı ve yakın arkadaşı olan kıymetli
hocam (ki kendisini tanımaktan hep onur duymuşumdur) Hayri Kırbaşoğlu ile
birlikte Hasan Hanefi ile sohbet etme imkanı bulmuştum. Kendisine sorduğumuz
sorulara çok ciddiyetle cevaplar vermişti.
Hayri hocam Hasan
Hanefi’nin son derece mütevazi koşullar içerisinde yaşadığını, arabasının yaşam
şartlarının mütevazi olduğundan bahsetmişti. Hanefi’nin bütün vaktini ve
enerjisini İslam düşüncesine harcadığını söylemişti. Zaten kitaplarını
okuduğumuzda bu durum net bir şekilde anlaşılmaktadır. En azından İslam
dünyasının sıkışmışlığı ve krizi üzerine dertlenmiş bir insan olduğunu
rahatlıkla görmekteyiz. Benim gözümde İslam dünyasının örnek alınacak
entelektüel bir profilidir.
Yayın yönetmenliğini
sürdürdüğüm Yetkin Düşünce Dergisinin 13. Sayısı sol üzerine idi. Bu sayıda
Hayri Kırbaşoğlu hocamın kıymetli aracılıklarıyla Hasan Hanefi ile sol üzerine
bir söyleşi gerçekleştirmiştik. Hanefi orada da müslümanların düşünsel olarak
nasıl açılım yapacakları üzerine çıkış kapısı aramaktaydı. Doğrusu bütün
problemini bu oluşturmakta idi.
Hasan Hanefi’nin
geleneksel islam mirasıyla nasıl bir ilişki kurulması gerektiğine dair yazdığı
yazılar ve Türkçe’ye “Gelenek ve Yenilenme” şeklinde çevrilen eserinde
gelenekten kopmadan yenilenmenin imkan ve koşullarına dair değerli analizler
görmekteyiz. Birçok kimseler onu “tarihselci” diyerek sınırlı bir kategorinin
içerisine yerleştirmektedirler. Aslında ne modernistler, ne tarihselciler ne de
gelenekselci düşünceye sahip kişiler Hanefi’de istedikleri dozda bir yaklaşım
bulamayacaklardır. Çünkü o geleneğin tekrarının işe yaramayacağına inandığı
gibi, sanıldığı üzere gelenekten bir kopuş yaşıyor da değildir.
Yine Onun “İslam
Kültüründe İnsan ve Tarih” isimli kitabı, kültür, insan ve tarih ilişkisini
derinlikli analiz etme konusunda gerçekten zikretmeye değer. Hanefi bu
kitabında özellikle gelenek içerisinde önemle yer etmiş ilahiyat ve tabiat
ilişkisine yeniden dikkat çekmekte ve bugünkü kopukluğu eleştirmektedir.
Yine 2010’da
kaybettiğimiz kendisi gibi bir entelektüel olan Cabiri ile olan
mektuplaşmalarını muhtevi “Doğu Batı Tartışmaları” isimli kitapta ise,
liberalizmden modernliğe ve laikliğe kadar birçok konuda muhtasar analizleri
görebilmekteyiz. Geçen sene yayımladığım “İslam Düşüncesinin Çağdaş İnşası”
kitabım doğrusu Hanefi ile aynı dertten mustariptir.
Hasan Hanefi ile
ilgili en büyük üzüntüm kolay kolay yetişmeyecek bir mütefekkir ve
entelektüelin kaybıdır. Zaten gün geçtikçe birçok alanda olduğu gibi bilhassa
tefekkür alanında kay kaybeden İslam dünyasının bu tür insanlara olan ihtiyacı
kayıpları ile birlikte daha fazla anlaşılmakta ve üzüntü vermektedir.