Harekete geçmek
“İyi bir eylemin ödülü, onu yapmış olmaktır.” der Seneca ve Cicero ekler: “Bir hizmetin meyvesi bizzat hizmetin kendisidir.” Aslında erdem de bir bakıma karşılıksız yapılan iyilik olmalı. Bir işi herhangi bir karşılık beklemeden yapmak, meyvesini eylemin içinde, ruhun arınmasında aramak… Ne vakittir unuttuğumuz bir şey bu. Kendimizi zorlamaya gerek olmadan üzerimizdeki ataleti küçük bir hareket ile atabiliriz. Herkes, hepimiz kendi ölçüsünde harekete geçebilir, bir tebessümle, bir selamla, bir nasılsın sorusuyla, içten bir dinleme veya sorun çözme girişimiyle bir yerden başlayabilir.
Meziyetleri seviyoruz, meziyetli olmaya bayılıyoruz ama gereğini yapmıyoruz. Eylem ile söylem arasındaki o ince çizgide tereddüt yaşıyor, eyleyişten vazgeçiyor, söylemlerimizle baş başa kalıyoruz. Çoğumuzun iç dünyası gerçekten iyi. İyilik üzere kurgulanmış bir vicdanla başlıyor çoğu zaman sabahlarımız. Akşama kadar bir sınanma pratiğinin içinde çalkanıp dururken sayısız çelişki yaşıyor, söylemlerimizi gerçekleştirme fırsatı geldiği, içimizdeki o iyilik meleği “hadi yap” dediği halde başa dönüyor, yerimizden kıpırdamıyoruz. Kendi için harekete geçmek, kendini savunmak zaten içgüdüseldir. İnsanlığımızı, başkalarını savunmayı bıraktığımızda kaybederiz.
Kahramanları seviyor ve kahramanlık çağlarına gıptayla bakıyor, iç geçiriyoruz. İş kahramanlık yapmaya, risk almaya geldiğinde geri adım atıyor, tekrar kendimiz oluyoruz. Diğergamlık söylemleri yüreğimizin yağını eritiyor. Mesele kendimizden biraz eksiltmeye gelince yan çiziyor, artık başka zamana diyoruz. Merhameti sadece kendimize ve kendimizden olana gösteriyoruz. Özgürlük deyince bütün sular duruyor. Hepimiz özgürlükten yana oluyoruz. Ama iş ötekinin neler yaşadığını düşünmeye, hatta bazen bizden kaynaklı nasıl bir cendereye girip boğulma noktasına geldiğini tasavvur etmeye gelince tereddüt bile etmiyor, yolumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Ötekinin yaşadığı zorlukları düşünmüyor, ötekinin de bizim gibi bir Tanrı kulu olduğunu, onun çektiği sıkıntıların da belli bir meşruiyeti bulunduğunu hesap etmiyoruz. Herkes bizim gibi olsun, bizim gibi düşünsün istiyoruz. Farkında olarak veya olmayarak dünyanın renklerini azaltıyor, ışığı olduğundan çok daha mat hale getiriyoruz. Oysa insan, inandıklarından çok inanmadıklarının hakkını savunduğunda kendini daha iyi hissetmez mi? İnsanca yaşamanın yolu bizim gibi düşünmeyenlerin de düşüncelerini muhafaza altında tutmak, kendi düşüncelerimizi mutlaklaştırmamak, ötekinin de doğru olduğuna yönelik bir temkin payı bırakarak yaşamaktan geçmiyor mu?
Dünya iyiye gitmiyor. Zaman elimizden kayıp gidiyor. Bir şeyler yapmalı diye düşünüp duruyoruz ama yapmak için tam da o an başlamamız gereken yerde başlamanın gereğine inanmıyoruz. Tıpkı ilkokul çocukları gibi ödevlerimizi ha bir erteliyor, gecenin bir vakti geldiğinde ve gücümüz tükendiğinde artık uyumayı tercih ediyor, okula mahcup ve boynu bükük giden çocuklar gibi sabahın kapısını mahcubiyetle açıyoruz. Her yeni sabah yeni umutları davet ederken biz o umudun içine sayısız atalet, uyuşukluk, keyifsizlik ekliyoruz. Ah evet, kötülük yapmıyorsak bile iyiliklerimizi erteliyoruz. Sonraya ertelenmiş iyilikler de sonradan gerçekleşmiş adalet gibi muattal hale geliyor, bir işe yaramıyor. Kendi eylemsizliğimizin dondurduğu dar çevrelerde ağır çekimli yaşamlarla sadece vakit dolduruyoruz.
Söylem önemlidir ama insan ruhunu besleyen eylemdir. Yoksullar hakkında konuşmak ile onlara yardım etmek arasında vicdan berraklığı bakımından mukayese edilmeyecek kadar fark vardır. Haksızlığa uğramış insanlara acımak, onlara dair cümleler kurmak ile elini uzatmak, onları dinlemek, anlamaya gayret göstermek ve mümkünse vicdanlarına tercüman olmak, hatta yüklü faturaları göze alarak kol kola girip mücadele etmek insanı yüceltir. Haksızlığa müdahale etmemek de gözlerini kapamak kadar gayrı insanidir, insanı küçültür.
Bir ömür konuşun, teori kurun, iç dünyanızda iyilik yapma planları geliştirin. Bulunduğunuz yerden kıpırdamadığınız, harekete geçmediğiniz sürece ne kendinizin ne de dünyanın değişme ihtimali var. Hayat, hareket üzerine kurulu… Doğru, noktaların birbirine eklenerek çizgiye dönüşmesi, hareketi imlemesidir. İyiliği emretmek de kötülüğü ortadan kaldırmak da eylem ile mümkün. Velev ki gerisinde sayısız yorgunluk var, velev ki altından kalkılamayacak boyutlarda olsa bile karşılığında yüklü faturaları var. Kötülüğü ortadan kaldırmaya gayret göstermek belki biraz daha zahmetli. Kötü bir binanın enkazlarını ortadan kaldırmaya benzer. Önce kalıplaşmış, hantallaşmış, değişmez gibi görünen artıkları temizleyeceksin, sonra sağlam bir temelle yeniden başlayacaksın. Kurgu kötü olunca iş daha da zorlaşıyor tabii. Ama malzeme buysa, bina çürükse, onarım ile düzelmeyecekse yeniden başlamak zorunluysa yapacak bir şey yok. Kollarını sıvayacak, bir yerden, bir çöpü kaldırarak başlayacaksın. Bir eseri olmak budur. Bir eseri olmak; her şartta içinde geliştirdiğin söyleme önce kendi inanmak, sonra başkalarını inandırmak, hemen ardından harekete geçmek ve başkalarını da harekete geçirmektir. Hareketsizlik hayatın genel vasfına dönüşünce kötülük sahnede dans eder. Oyunu oynamıyorsanız seyirci olarak susmaktan başka çareniz kalmaz. Ya susarsınız veya susturulursunuz. Daha da kötüsü oyunun böyle buyurmasıdır.