Haluk Dursun’la Nostalji
Kültür ve Turizm Bakan Yardımcımız Prof. Dr. Ahmet Haluk Dursun’u Malazgirt Zaferi kutlamaları törenlerine hazırlık yapmak için gittiği Erciş’te geçirdiği trafik kazasında kaybettik. O müessif ve hepimizi üzen kazadan sonra Haluk Dursun hakkında hüzün yüklü yazılar yayımlandı. Vefatından önce sosyal medya hesabında zaman zaman bazı yazılar yazıyordu. Derdi olanların hisleriyle doluydu bu metinler. Severek okurdum. Onlardan biri “Göçer Oldum...” yazısıydı ve şöyleydi:
“Millet yaz gelince sahillere koşar, ısınan tuzlu deniz sularına kendisini atar, bende ise tam tersi olur. Soğuk kaynaklardan çıkan tatlı akarsuların peşine düşerim... Köpük köpük çağlayarak akan ak sulara (Kanispi) bayılırım. Mümkün olduğunca yükseklere, dağlara çıkmak , yaylaklarda dolaşmak isterim. Koyun sürülerinin meralara yayılmasını seyretmek ve kekliklerin seke seke, pır pır ederek kaçışmasını izlemek beni çok mutlu eder... Bazen ırmaklara takılır, akışta demetlenmiş büyük küçük kâinat diyerek ben de hayatım gibi akar giderim.
İspir’de Çoruh, Yedisu’da Peri Suyu, Edremit’de Şamran, Köprüköy’de Aras, Bahçesaray’da Müküs beni peşinden sürükler...
Bir süredir Şırnak, Siirt, Batman, Bingöl, Van, Erzurum taraflarındayım.
Çobanların arasına karıştım... Hep beraber bir yayladan diğerine göçüyoruz... ‘Göçtü kervan kaldık dağlar başında’ diyecek hâlimiz yok... Zamanı gelince bu dünyadan biz de göçeriz... ‘Gele bir devr, bu Haluk’u yad eyleyeler, / Ahbap fırsatı sohbeti ganimet bilsin...’
Tuna’dan Dicle’ye Coğrafyamız
Sultanahmet Camii’ndeki cenaze namazında toplumun her kesiminden büyük bir kalabalık vardı. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan merhumun bayrağa sarılı tabutu başında yaptığı konuşmada, “Âlimin ölümü âlemin ölümü gibidir.” hadisini hatırlattıktan sonra şunları söyledi:
“Bunlardan bir tanesini daha yaşıyoruz. Haluk Hocamız bizim önemli bir rol arkadaşımız oldu. Kültürde, sanatta, edebiyatta, tarihçi olarak tarihte bizimle yol yürüdü. Bu yol yürüyüşü esnasında da gerçekten onun dürüstlüğü, duruşu, vakarı örnekti. Hele hele gurbetteki o öğrencilerimize her ay tarih dersleri vermek üzere oraya gidiş, gelişleri... Özellikle bir Tuna âşığı olması hasebiyle, Tuna dersleri çok çok anlamlıydı, faklıydı. Son zamanlar da özellikle Dicle’nin kuzularına da aşkı vardı. ‘Dicle’nin kuzularını çakallara yedirtmeyeceğiz.’ diye bir yaklaşımı vardı. Haluk Hoca hiç endişe etme Dicle’nin kuzularını Allah’ın izniyle biz de çakallara yedirtmeyeceğiz. Bu vaadini biz aynen devam ettireceğiz. Onların karşısındaki o dik duruşumuz aynen devam edecek.”
Birleştirici cenazeler
Prof. Dr. Mustafa Sabri Küçükaşçı da konuşmasında bir hatırasını paylaştı. Kısa bir süre önce ebediyete uğurladığımız merhum Emin Işık’ın cenazesinde ona ‘Bak cenazede her meşrepten insan var. Artık böyle vefatında herkesi bir araya getiren zatların nesli de bitti.’ deyince Haluk Dursun ‘Öyle düşünme. Biz imparatorluk bakiyesiyiz. Böyle birleştirici daha çok zatlar çıkar.’ demişti. Bugün görüyorum ki aynı şekilde onun da cenazesinde her meşrepten, her kesimden insan var. Şükürler olsun ki haklı çıktı.”
Vefatından bir gün sonra Prof. Dr. Bilâl Kemikli, sosyal medya hesabında Bursa’daki değerli ilim ve gönül adamlarımızdan Prof. Dr. Mustafa Kara’nın merhum için düştüğü şu tarih’i paylaştı: “Kültürümüz için sebat etti / Âbidâtımızı âbâd etti / Çıktı sekiz er haberin verdi: / ‘Ahmed Halûk Dursun vefat etdi’ 2019”
Tuna’ya güzellemeler
Haluk Dursun’un Tuna Güzellemesi ilk olarak Kubbealtı Neşriyatı arasında çıktığında kendisiyle bir röportaj yapmıştım. O mülakatta, “Maalesef bizde merak ve gözlem eksikliği var. Mâcerâ ruhu yok. Ama son zamanlarda bizde de gezi kültürü gelişmeye başladı.” demişti.
Bu eski mülâkatı, Haluk Dursun’a rahmet dileğiyle yayınlıyoruz:
“Tuna bizde çok sevilmiştir. Şanlı tarihimizi hatırlatan bu nehir, marşlarımıza, türkülerimize girmiştir. Ârif Nihat Asya, “Tuna” şiirinde şöyle diyor: “Toplar, gümbür gümbür döver burçları; / Burçlar düşer Tuna’ya! / İmdada koşarken başı taçlılar; / Taçlar düşer Tuna’ya! / Taçlısı, haçlısı bir olmuş, gelir; / Haçlar düşer Tuna’ya! / Gazâdır.. arada bizim saftan da / Koçlar düşer Tuna’ya!”
Feyzi Halıcı da “Estergon Kalesi” şiirinde Tuna’dan bahseder ve şöyle der: “Bir serhat türküsüdür, dökülür, / Alabildiğine dudaklardan... / Kalelerden Estergon Kalesi, / Mavi mavi tüter uzaklardan. / Destur almış nice küheylandır, / Zafer ala gözlü bir ceylandır. / Tuna, tuna değil tekmil kandır. / Akar durur şehit topraklardan.”
Bazı dağlar var ki, taşıdıkları sadece coğrafî bir isim değildir; yüklendikleri efsanelerimizdir, destanlarımızdır, tarihimizdir. Hira gibi, Ağrı gibi, Süphan gibi, Allahüekber Dağları, Tanrıdağı gibi. Bazı nehirler de, kahramanlıklarımızın, hasretlerimizin, ideallerimizin, inançlarımızın, rüyalarımızın, sevdâlarımızın çağıltısıdır. Geçmişten ebede, akar giderler: Aras gibi, Nil gibi, Volga gibi, Fırat gibi, Sakarya gibi, Tuna gibi. Yahya Kemâl, “Türk’ün gönlünde dağ varsa Balkan’dır, nehir varsa Tuna’dır” diyor.
Tarihçi, gezgin Dr. Haluk Dursun’un beklenen eseri Tuna Güzellemesi yayımlandı. Kitapta, Türk’ün Tuna nehri çevresinde asırlarca süren asırlık hâkimiyeti anlatılıyor. Sayfalar dolusu resimler ve yazılar, Balkanlarda yüzyıllarca süren tarihî hikâyemizin coğrafyasına yapılan bir zihin yolculuğudur. Kültür gezileri ile tanınan seyyâhımız, bu eserinde Tuna boylarında yaptığı seferlerde unutamadığı intibalarını ve yaşadığı duyguları dile getiriyor. Bir nehrin çevresindeki huzur ve çağrışım, okuru tarihin derinliklerine sürüklüyor. Tuna’da atını dinlendiren Osmanlı’nın medeniyet kurucusu ve koruyucusu olarak yenilemeyen gücünü bir defa daha gözler önüne seriyor.
Birbirinden güzel fotoğrafların süslediği kitapta yazar, karış karış gezdiği mekânları anlatıyor. Doğduğu yerden aktığı denize kadar Tuna kıyılarını ve buralardaki yerleşim merkezlerini dünkü hâlleri ve bugünkü durumlarıyla dile getiriyor, mukayeseler yapıyor. Yazar, Önsöz’de kitabın yazılış hikâyesinden bizi haberdar ediyor önce. Tuna Nehri’ne ve Evlâd-ı Fâtihan’a olan muhabbetini her dem ve mekânda ifade eden ‘nesillerin ağabeyi’ Fethi Gemuhluoğlu gibi âbide şahsiyetleri yâd ediyoruz.
İşte yazarın, uzayıp giden seyahatinin adım adım kaydediliş hikâyesinden sadece birkaç satır:
“Aşağı yukarı bundan on sene önce başlayan Tuna kıyısında dolaşma ve fotoğraf çekme merakım, zaman zaman değişik yerlerde başka dostların da bana katılmasıyla devam etti. Allah bilir ama, bundan sonra da kesilmeyecek, sürüp gidecek. Gördüklerimiz, gezdiklerimiz, yediklerimiz, içtiklerimiz bize kalacak. Bizimle ve Tuna’yla beraber akıp gidecek ne var ki, bizim de Tuna’yla beraber bir ‘hoş sadâ’ bırakmamız lâzım.”
Kitaptaki ilk bölümde yer alan makalelerden bazıları: “Türk’ün Nehri Hangisidir?”, “Tuna’nın Kaynağından Su İçmek”, “Ciğerdelen Nerede?”, “Uzanalım Yine Macar Eline”, “Osmanlı Arşivi’nde Tuna”, “Tuna Kıyılarında Son Türk Askerleri”, “Babadağ Kasabası”, “Tuna ve Sarı Saltuk”, “Tuna ile Denize Akmak...”
Haluk Dursun’un Tuna’sından sonra bu kutlu nehre yazılmış makalelerden, adanmış gazellerden, ithaf edilmiş şiirlerden, bestelenmiş marşlardan ve yakılmış türkülerden titiz bir seçmeye, nefis bir güldesteye yer veriliyor. “Tuna’ya Yazılar” bölümünün ilk makalesi Sâmiha Ayverdi’ye âit. “Ah Tuna Vah Tuna”da, bu soylu nehirle olan kadîm bağımıza, köklü dostluğumuza ve ezelî âşinalığımıza temas ediliyor. Derin bir tefekkürün, ince hassasiyetlerin toplandığı yazının ilk pragrafını okuyoruz: “Boğaziçi’nin kısıklar, koltuklar, girinti ve çıkıntılar arasında âvâre âvâre akıp giden sularından, eğilip bir avuç su alacak olsak, bunun ne kadarının Tuna’dan kaçıp, Karadeniz’i aşarak, Boğaziçi’nin vuslatına erişmiş olduğu, acaba kaç kişinin mâlûmudur?”
Diğer yazıların bir kısmı İsmail Habib Sevük, İlber Ortaylı, Mehmet Önder ve Yılmaz Çetiner’in kaleminden çıkma. Tuna’ya yazılmış gazellerin şairleri Âşık Çelebi, Sûzî Çelebi, Öksüz Dede, Öksüz Ali, Karacaoğlan, Deli Boran, İbn-i Kemâl, Sürûrî, Âşık Rûşenî ve Âşık Ömer... Tuna’ya şiir yazanlar arasında Enis Behiç Koryürek, Hüseyin Nihâl Atsız, Halide Nusret Zorlutuna, Ârif Nihat Asya, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Behçet Kemâl Çağlar, Ceyhun Atıf Kansu, Niyâzî Yıldırım Gençosmanoğlu, Hâmit Macit Selekler, Feyzi Halıcı, İsmail Gerçeksöz, Orhan Seyfi Şirin ve Kul Ozan da var. Nehre ilgi duyan yabancı yazarlardan da örnek yazıların bulunduğu kitabın son bölümünde Tuna haritası bize yol gösteriyor. Albümde ise bir seyyahın filminden çarpıcı kareler seyrediyoruz. Bir nefeste okunan Tuna Güzellemesi bir yönüyle tarih, gezi ve edebiyat kitabı; bir tarafıyla da bütün bu türleri buluşturan bir kültür eseridir. “Tuna nehri akmam diyor / Etrafımı yıkmam diyor / Şânı büyük Osman Paşa / Plevne’den çıkmam diyor.” diye başlayan mehter marşımızın hüzünlü ritmi, yüreğimize çörekleniyor. Ecdadımızın Balkanlardaki ayak izlerini daha net görebilmek için Tuna Güzellemesi'nin sayfalarını çevirmek şart. Elinize aldığınızda bırakamayacağınız eser, yazarın sürükleyici üslûbuyla roman tadında zevkle okunuyor.
TARİHİN ÇAĞILTISINI DİNLE!
Tuna Kıyıları kitabını 16 Temmuz 1938 tarihinde Caddebostan’da yazan Falih Rıfkı Atay, önsöz’de şöyle der: “Tuna Osmanlı Türklüğünün bağrından akar, bu târihi neresinden dinlerseniz onun çağıltısını duyarsınız.”
Atay’ın duyduğu çağıltıyı bugün aynı semtte oturan Haluk Dursun da yürekten duyuyor ve bu eseri vâsıtasıyla bizlere duyurmaya çalışıyor.
Dr. Haluk Dursun’la, Tuna Güzellemesi’ nin Beşiktaş Kitap Fuarı’ndaki imza gününde buluştuk, görüştük. Aynı gün iki değerli yazar daha vardı stantta. Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre ve Prof. Dr. Orhan Okay hocalarımız.... Müşterek sohbetler Tuna’ya ve kitap âlemine dâir uzayıp gitti... İşte, bu görüşmeden kaydedebildiklerim. Sorular ve cevapların ışığında Dr. Haluk Dursun ve Tuna Güzellemesi:
Tuna Güzellemesi’nin yazılış hikâyesini anlatır mısınız? Eserin isim seçiminden başlayarak...
Güzelleme, beğenilen, sevilen bir kavram demek. Tuna’ya herkesin ilgisi, sevgisi var. Bize güzel gelen hoş gelen Tuna’yı, bu kitapla biraz daha yaymak, tanıtmak, duyurmak ve sevdirmek, ona olan sevgimizi kitaplaştırmak istedik.
Gezilerinizin büyük bir bölümünü Balkanlar’a yapıyorsunuz. Bu bölgeye özel bir düşkünlüğünüz ve bağlılığınız var sanırım...
Osmanlı coğrafyasına büyük ilgim ve muhabbetim var. Ortadoğu’da başladı ilk alakam. Şam’dan sonra Balkanlar coğrafyasına yöneldim. Gördüğünüz gibi şimdi daha çok yayılmış ve genişlemiş gezi programlarının peşindeyim.
Bana bu Tuna hastalığının nereden bulaştığını, bu merakın nasıl oluştuğunu ben de bilmiyorum. Hani kulüp tutanlar derler ya, “Kendimi bildim bileli...” Gerçi benimki pek o kadar eski değil, belki tarih merakım oluşup, tarih kitaplarına daldığımdan beri denilebilir. Rahmetli Fethi Gemuhluoğlu’nun Tuna şiirlerini topladığını, onları bir Rumeli çocuğu olan merhum Ali Hatipoğlu’na okumaktan zevk aldığını öğrenmem etkili olmuş olabilir. Orada bahsedilen Tuna şiirinin tamamını daha sonra, yine rahmetli oldu, Orhan Şaik Gökyay’dan öğrenmemin de bu merakımı kuvvetlendirdiği söylenebilir. Bunlara ilâve olarak umumi manada ‘su’ya, en basit köy deresinden büyük nehirlere kadar ‘akarsu’ya merakı olan bir insan olmam da, Tuna’ya dalış sebebi sayılabilir.
Edebiyatımızda ve kültür tarihimizde de Tuna büyük bir yer tutuyor. Belli başlı şair ve yazarlarımız Tuna’yı şiir ve yazılarında anlatmışlardır. Bu sizin eserinizde de açıkça görülüyor zaten. Neredeyse kitabınızdan ikinci bir kitap çıkıyor. Tunaya dâir yazılanlar bir hayli fazla... Ne dersiniz?
Doğru. Tuna ilgisi, bizde çok yaygındır. Edebiyâtımızda ve kültür târihimizde Tuna ile ilgilenen,Tuna kıyısında gezen ve Tuna’yı başlık olarak alıp, kitaplaştıran birkaç kişi var. Ahmet İhsan (Tokgöz) Tuna’da Bir Hafta (1911), Falih Rıfkı Atay Tuna Kıyıları (1938), İsmail Habip Sevük Tuna’dan Batı’ya (gezi yazıları 1935-1944), Burhan Arpad Tuna'dan Şimal’e Avrupa (1953).
Rusçuk’ta 1864’te kurulan Tuna Vilayet Matbaası, Osmanlı’da kurulan ilk vilâyet matbaamızdır. Rusçuk’ta Mithat Paşa'nın çıkardığı, Ahmet Mithat Efendi’nin başyazarlığını yaptığı Tuna Gazetesi ilk resmi vilâyet gazetemizdir ve 1865 ile 1877 yılları arasında Türkçe ve Bulgarca olarak yayımlanmıştır. Tuna ismi verilen başka gazeteler daha sonra Silistre’de, 1925-1936 yılları arasında basılmıştır. Fakat bu Tuna neşriyâtı yine de tek başına Tuna’ya olan ilgimi tetikledi denilemez. Bu araştırma, inceleme merakından daha çok, içinde mâcera ruhu olan, suyu seven, akarsuyu seyretmeye bayılan, taşköprüleri fotoğraflamaya meraklı bir tarihçi sıfatıyla oluşan bir sonuçtur.
Tuna Güzellemesi’nde Osmanlı’nın izlerinin peşinde görüyoruz sizi. Tarihî eserlerin durumu nedir oralarda, korunabilmiş mi acaba? Ecdad yâdigârı camiler, çeşmeler, kervansaraylar, tekkeler muhafaza edilebilmiş mi?
Tarihî eserlerin ayakta durabilmesi, onu koruyacak, kollayacak insanların olmasıyla mümkündür. Oralarda Müslüman azınlıklar var. Bu azınlık gruplar, tarihî eserlere sahip çıkmaya çalışıyor. Ama çok yeterli olabiliyorlar mı? Hayır. Büyük bir kayıp var. Müslüman cemaatler var. Çabayla, gayretle, sebatla sahip çıkmak istiyorlar. Azınlık dernekleri, vakıflar, partiler bu işe el atıyor. Yunanistan’da, Makedonya’da, Kosova’da Türkler ve Müslümanlar güçleri ölçüsünde sahip çıkmaya çalışıyorlar. Diyanet Vakfı ve TİKA yeni yeni şuurlu bir şekilde mimarî mirasımızı sahiplenmeye başladı. Ama eserlerin çoğu ne yazık ki yitik. Rumeli dernekleri var bir gayret içinde olan. Ama güçleri sınırlı, hizmetleri de öyle... Türkiye’de en büyük sürprizi Sedat Peker yaptı. Peker, Sofya’da Seyfullah Camii’ni yaptırdı. Sofya’da Taksim Meydanı gibi bir yerde yapıldı bu mâbet...
Sizin kitaplarınızda Tuna geniş yer alıyor. Tuna’ya genelde ilgi nasıl?
Tuna kültüründen, nesil olarak uzak olan gençlerin ilgisi var. Belki oralara hiç gitmemiş, gençlerin ilgisi var. Tuna’ya eski yeni bir çok insanın alakası devam edip gidiyor. Nil’denTunaya kitabımda iki nehir arasındaki coğrafî bölgeyi anlatmıştım. Tuna Güzellemesi’nde sadece Tuna’yı dile getirmeye çalıştım.
Makalelerinizde ve eserlerinizde genelde su hâkim... Suyu çok mu seviyorsunuz?
Doğrudur. Suya ilgim var. Suyun birleştiği, kaynadığı yeri, iki suyun birleştiği yerleri, suyun denizde birleştiği deltaları çok seviyorum. Benim suya, akarsuya olan ilgim devam edecek. Ayrıca köprüleri, bilhassa taşköprüleri çok seviyorum. İstanbul, Anadolu, Osmanlı coğrafyası, Avrupa coğrafyası ve Türk dünyası benim hareket alanım dahilinde. Osmanlı, hareket ve seyahat dünyamın mihverini oluşturuyor.
Haluk Bey, gezmeyi pek sevmeyen bir milletiz galiba? Gezi kültürümüz yeterli mi sizce?
Maalesef bizde merak ve gözlem eksikliği var. Mâcerâ ruhu yok. Bizim düzenlemeye başladığımız Eman Gezi Turları büyük ilgi görüyor. Osmanlı coğrafyasını dolaşıyoruz. Yemen’den başlıyor bu geziler. Endülüs Bölgesi, Kırım, Özbekistan, Buhara, Kuzey Afrika’ya kadar gidiliyor. Bizde de yavaş yavaş bir gezi kültürü oluşmaya başladı. Ben Evliya Çelebi gibi bir rüya ile başlamadım gezmeye ve “Şefaat Ya Resulallah” yerine “Seyahat Ya Resulallah” demedim ama, bir sevda çöreklendi yüreğimize. Seyahat edip duruyoruz. Bursa’dan Edirne’den çok Üsküp’ü gezmişimdir.
Peki çok gezmiş, dolaşmış, seyahatler etmiş biri olarak bize ilk elde gezilecek yerleri söyleyebilir misiniz? Yurtiçinde ve dışında...
Türkiye’de İstanbul, Edirne, Bursa, İznik, Konya, Mardin, Van... Sonra yurtdışına çıktığımızda Medine (Suudi Arabistan), Kudüs (İsrail), Şam (Suriye), Saraybosna (Bosna Hersek), Üsküp (Makedonya), Travnik (Bosna Hersek), Bahçesaray (Kırım), Anabolu (Mora Yarımadası), İsfahan (İran), Buhara (Özbekistan), Hanya (Girit)...
Şu bizim “Gör Hanya’yı Konya’yı...” atasözünde geçen Hanya mı?
Evet. Konya’yı herkes biliyor da Girit’teki Hanya’yı bilen ve gezen sanırım çok az kişi var. Hâlbuki o kadar güzel bir yer ki...
Gezmenin ne gibi faydaları var?
Evvelâ, gözlemciliğiniz artıyor. İkincisi mukayese etme imkânı buluyorsunuz. Kendinizdeki ve başkalarının eksikliklerini görüyorsunuz. Güzel sanatlar, sosyoloji konusunda insana katkılar sağlıyor. Biliyorsunuz Peygamber Efendimiz, bir hadis-i şerifinde “Seyahat ediniz, sıhhat bulunuz.” buyurmaktadır. Hakikaten çok gezen, genelde sağlıklı oluyor. Hastalıklardan, rahatsızlıklardan uzaklaşıyor. Herkese gezmeyi, arasıra oturduğu köyden, kasabadan, ilçeden, şehirden çıkıp başka yerlere gitmeyi tavsiye ediyorum.
Yeni kitaplar yolda mıdır, Tuna Güzellemesi’nin ardından başka eserler de geliyor mu?
Bu serinin ilk kitabı biliyorsunuz Nilden Tuna’ya adıyla çıktı. Osmanlı Yazılarının birinci cildiydi bu. Tuna Güzellemesi ikinci cilt oldu. Üçüncü kitap, Kızıldenizden Adriyatik’e adıyla çıkabilir. Son olarak Osmanlı Albümü’nü ve Osmanlı Coğrafyası’nda Anıt Ağaçlar’ı hazırlayacağım kısmet olursa.
HALUK DURSUN’UN KUMRU SEVGİSİ
“Aslında bu olayı emekli olup, köşeme çekildikten sonra yazmayı düşünüyordum. Çünkü biliyordum ki, ben yine çenemi (kalemimi) tutamayarak zülfü yare dokunacağım... Ama, o dönemde yaşananları anlattığım bir dostum çok ısrar etti, bunu mutlaka yazman lazım dedi. Ben de hikâyenin içinde hem bürokratik bir zihniyet hem de gerçek bir aşk hikâyesi bulunduğu için saray tarihine bir kayıt düşürmeye karar verdim... Kimse ısrar etmesin isim vermeyeceğim.
Topkapı Sarayı’nda müdürlük yaptığım dönemde, makam odamda otururken bir kumrunun açık pencereden girerek avizenin etrafında uçtuğunu gördüm. Hiç kımıldamadan seyretmeye başladım. Kumru sanki tavaf eder gibi odanın her tarafında dolaştı, avizenin üzerine kondu, bir süre oturdu. Sonra geldiği gibi uçup gitti. Biraz sonra yanında başka bir kumru ile tekrar geldi.
Bu sefer sanki bir ev (saray) sahibi edasıyla onu gezdirdi. Yeni geleni elinden, (kanadından) tutar gibi aldı ve avizenin içine oturttu. Bir süre koklaştılar.... Sonra uçup gittiler.
Ertesi gün ikisi birlikte ağızlarında dal parçacıkları ile geri geldi ve avizenin içine bir yuva kurmaya başladılar. Yuva bir kaç gün içinde kuruldu.
Ben olup biteni hiç ses çıkarmadan izliyordum. Dişi kuş yumurtlama hazırlığı yapıyordu. Galiba onlar da beni izliyordu ki, hiç tedirgin olmuş gibi görünmüyorlardı. Buna karşılık dışarıdan odaya başka birisi girince, hemen ürküp pencereden kaçıyorlardı.
Baktım olmayacak, makam odamı onlara bırakıp hemen karşıda bulunan küçük bir odaya geçtim. Bir gün televizyon çekimi için Topkapı Sarayı’na gelen gazeteci dostum rahmetli Savaş Ay, ‘Hocam niye bu küçücük odada oturuyorsun,’ diye sordu. Ben hâlden anlarım, bir kumru arkadaşım sevgilisine, ‘Ben seni saraylarda yaşatacağım’, diye söz vermiş, insan yuva kurana yardımcı olmaz mı?’ dedim. Hocam ne olur göster dedi ve kapıdan odadaki yuvanın resmini çekti.
Ertesi gün beni Ankara’dan arayan arayana... ‘Derhal oda açılsın, yuva dağıtılsın, saray bakımsızlıktan perişan olmuş görüntüsü verilmesin.’ dediler.
Meğer Savaş Ay haber yapmış bizim kumru hikâyesini... Hemen aradım, ‘üstad sen ne yaptın?’ dedim. ‘Hocam bu kadar güzel malzeme, (haber) buldum yazılmaz mı Allah aşkına.’ dedi. ‘Gazetede sabah toplantısında anlattım, herkes ayağa kalktı ve seni alkışladı’ diye ilave etti. ‘Sadece gazete değil, Ankara da ayağa kalktı sayende.’ diye cevap verdim.
Ne yapacaktım? Çifte kumrulara kol kanat gerip onların saadetlerini mi korumaya çalışacaktım, yoksa odayı kullanmaya açarak bir yuvanın dağıtılmasına mı neden olacaktım. Bir şekilde ya ben makamı, ya da onlar makam odamdaki yuvalarını kaybedeceklerdi. Akşama kadar Bakanlıktan beni aramayan kalmadı... En azından yumurtadan yavru kuşlar çıksın, uçup gidene kadar bekleyelim diye düşündüm. ‘Ben yuvayı almam, siz beni görevden alın isterseniz.’ dedim.
Ertesi gün yuvaya bakmaya gittim ki ne göreyim yuva duruyordu, ama kumrular yoktu. Yuva olmasa birisi kuşları ürküttü, kovaladı diyecektim...
Hâlbuki yuva yerli yerinde duruyordu. Kumrular sanki durumu hissetmiş ve sessizce çekip gitmişlerdi. Bir daha da hiç gelmediler...
Ben daha sonra Topkapı Sarayı’ndan Müsteşar ve Bakan Yardımcısı olarak Ankara’ya gittim. Kuşların yuvası dağıtılsın, makama sahip çıkılsın diyenlerin ise hiç birisi Bakanlıkta makamında kalamamıştı. Muhakkak ki, biz de bir gün bu makamdan uçup gideceğiz... Kuşlar ise hep uçmaya ve yuva kurmaya devam edecek... Haluk Dursun”