Dolar (USD)
32.57
Euro (EUR)
34.71
Gram Altın
2489.60
BIST 100
9524.59
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

23 Temmuz 2022

Halepli Ahmed'in imdat çığlığı

Seçimin yaklaştığı aylarda kamuoyunun nabzını ölçmek için kullanılan sokak röportajları, çığırından çıkarak kitleleri manipüle etmeye ve algı oluşturmaya dönük bir aparat haline geldiler ne yazık ki. Parayı verenin ankette oyunun sanal olarak arttığı sath-ı mailde elbette hedef, seçimlere büyük oranda etki edecek olan göçmen sorunu olduğunu ve sorunu köpürtenlerinin oyunun arttığını söylemek de abartı olmaz.

Hemen her hafta yeni bir göçmen yalanının tedavüle girdiği ülkemizde, Suriyelilerin küçük çocuğa kezzap attığı ve parktan kaz çaldıkları yalanı henüz haftalık miadını doldurmamışken Üsküdar’da yapılan bir sokak röportajında Suriyeli bir çocuğun bir grup vandal tarafından sıkıştırıldığını gördük. Yaşlarını başlarını almış insanlar gencecik bir çocuğa ırkçı hezeyanlarla saldırmaktan imtina etmiyorlardı. Onca insan arasında sıkışıp kalmış olan çocuğun adı Ahmed idi. 17 yaşında Halepli bir muhacirdi o. Oldukça başarılı olmasına karşın, ırkçı akranlarının zorbalığından ötürü okulundan ayrılmıştı. Ahmed, onca vaveyla içinde kendisine “Nesin sen?” diye soranlara “İnsanım ben!” diyerek haykırmak zorunda kalmıştı. İnsanım ben, insan.

Ahmed’in çevresindeki kalabalığa anlatmaya çalıştığı şey ülkemizdeki milyonlarca Suriyelinin sessiz yaşayarak, tepki göstermeyerek hatta parmaklarının ucunda yürüyerek anlatmaya çalıştığı şeye karşılık geliyor: Muhacirler de insandır. Bir muhacirin karşısındaki kişilere kendisinin “insan” olduğunu hatırlatıyor olması koruyucu kalkanın son raddesinde olduğunu gösterir. Neydi bu koruyucu kalkanlar? Suriye Savaşı’nın ilk yıllarında içerisinde çok farklı dini ve etnik guruplar geçmişten gelen komşuluk hukuku gereği yurda alınmışlardı. Komşuluk hakkının oluşturduğu hâle, savaşın ilerleyen yıllarında direnişin gerilemesi ve uluslararası müdahaleler nedeniyle erken düştü. Sonrasında yüz binlerce muhacir, savaşın korkunç boyutlara ulaşması, Rusya’nın tüm gücüyle sahayı havadan yerle bir etmesi, direnişin DAEŞ, YPG gibi örgütlerin içinde olduğu komplolarla boğulmaya çalışılması nedeniyle Türkiye’ye akmak durumunda kaldı. Yaşanan bu yoğunluğu devletimiz kendi başına yüklenemedi. Suriyeli kardeşlerimizle aynı dini paylaşıyor olmamızın verdiği hassasiyetle halkımız da büyük duyarlılıkla sürece sahip çıktı. Hem Türkiye’ye sığınan milyonlara kucak açıldı hem de Suriye içinde direniş aralıksız desteklendi. Sınır hatlarında yardım tırlarından oluşan kuyruklar bir dönem kilometrelerce uzunluğa ulaşıyordu. Ülke içinde pek çok STK inisiyatif almış bununla birlikte mahallelerde, sokaklarda oluşan dayanışma kalkanı herkes tarafından görülebiliyordu.

Savaşın uzaması, Suriye içinde olduğu gibi Türkiye’de de dengeleri değiştirdi. Parti liderlerinin, sosyal medya platformlarının birkaç yıl boyunca aralıksız yaptıkları ayrıştırıcı, hedef gösterici çağrıları karşılık buldu. Entegrasyon sürecine girmiş olan, toplumsal dokuya uyumlu kitleler çıbana dönüştürüldü. Neredeyse 4 yıldır ülkeye Suriyeli alınmıyor olmasına, oluşturulan kampların sınırın diğer tarafında kalmasına karşın “elini kolunu sallayan ülkeye giriyor” algısı halk tarafında karşılık buldu. İstanbul’da belli semtlerde yaşanan yoğunlukların dışında Anadolu’da ciddi bir rahatsızlık olmamasına karşın oluşturulan “sanal bunalım” hak tarafından benimsendi. Tıpkı sağlık sektörüyle halk arasında olmayan ama münferit olayların sosyal medyada klonlarak çoğaltılması ve köpürtülmesiyle oluşan sağlıkçı-halk gerilimleri gibi yapay sıkıntılar peydah edildi. İşte bu sanal gerginlik ortamı Suriyeli kardeşlerimizin en önemli koruyucu kalkanı olan “Müslüman”lıklarıda onları koruyamaz hale geldi.

Türkiye öyle bir noktaya geldi ki parti liderleri bile içerisinde Suriyeli barındıran olumsuz haberleri doğrulatma ihtiyacı hissetmeden paylaşabiliyor, hedef gösterebiliyor ve basın açıklaması yapabiliyor. Paylaşılan haber, devlet ricalince derhal belgeleriyle yalanlansa bile iddiaları ortaya atan eşhas, bunu düzeltme ihtiyacı duymadığı gibi bu fiille alakalı en ufak rahatsızlık hissetmeyip yeni yalanları servise devam edebiliyor. Metrolarda, otobüslerde, yolda yürürken, okul koridorlarında yalnızca yabancı oldukları için baskı görebiliyor insanlar. Onların ise ellerinde kalan son kalkanları, insan oluşları. Komşuluk hakkını unutan, aynı dinden kardeşlerinin inançlarını umursamayan halkımız, mağdur durumda kalan kitleleri “insan” olduklarını, incinebileceklerini, ailelerini korumaları ve yaşamlarını sürdürmeleri için de çalışmaları gerektiğini dileriz unutmazlar. Türkiye’yi Suriye sürecinde yalnız bırakan büyük biraderlerin, Esed rejimini emperyal hedeflerle destekleyen komşu ülkelerin en çok istediği şeylerden birisi bölgesinde ve Dünya siyasetinde hızla değer kazanan Türkiye’nin iç ayrılıklarla birbirine düşmesi ve enerjisini içeriye harcaması olsa gerek. Halkımızın buna fırsat vermemesini, ülkemize sığınan kardeşlerimizin ciddi bir kısmının kalıcı olacağını unutmaması gerekiyor. Balkanlar’dan, Kafkaslar’dan gelen kardeşlerimiz gibi Suriyeli kardeşlerimize yüz yüze bakacak bir ilişki payı bırakmamız hem dünya yurdumuz hem de ahiret yurdumuz için geçer akçe olacağını unutmamamız gerekiyor.