Haklar, Sınırlılıklar ve Tüketim Toplumu (2)
Güvenli bir toplum; dışarının istikrarına tabi oluştan ziyade, içerinin ritmine ayak uydurmak ile yaratılabilir ve bunun da iki temel dayanağı vardır: Bir hakkı olmak ve bu hakkı sorumluluğa dönüştürmek…
İnsan için bir hakkı olmak kendini ve sahip olduğu sınırları korumayı gerektirir birinci dereceden. Bir sorumluluğu olmak ise dışındaki her türden sınır ihlallerinde ortaya bir irade koymak ve o iradenin gerektirdiği eyleme geçmektir. Elbette burada, hakkın ve sorumluluğun bir ölçüsü vardır: Başkalarının sınırlarına girmemek, onlar izin vermediği sürece o sınıra yaklaşmamak ve sınır ihlalinde bulunmamak. Bu, Tanrı’nın doğanın merkezine yerleştirdiği ana yasalardan biridir kuşkusuz: Kendi varlığı için ötekini yok etme içgüdüsü ister nesneye ister canlıya, ister bitkiye ister hayvana ve isterse insana özgü olsun, her durumda bir kötülük alanı inşa etmektir. Kötülük alanı inşası çürümeyi beraberinde getirir çünkü ve çürüme sınır kaybıyla ilgilidir. Yüzey yapı özü koruma kudretini yitirip aşınırsa dışarıdan içeriye sayısız uyumsuz öğe sızar, bu öğeler özün görüş alanını daraltarak onun önce perspektifini bozar, sonra da ışıkla buluşmasını büsbütün engelleyerek bütünlüğünü kaybettirir, fraktal bir geçişsizlik nesnesine büründürür. İşte bu yüzden sınır tanımamak, bir hadsizlik ve dolayısıyla bir kötülüktür. Çünkü sınır ihlali varoluşu yok etmenin birincil aşaması olduğundan, sınır ihlali özü koruyan kabuğu incitme anlamına geldiğinden hakkın garantisi sınırlarını bilmektir. Sınırlarını olduğundan daha fazla zorlayarak sündürmek kendini; başkasının alanına girerek de ötekileri bozmuş oluyorsun. İhmalin ihlale, ihlalin hal’e dönüşümü biraz da sınırlarını terk eden iradeye dairdir.
İşte tam da burada tüketim devreye girmektedir. Ruhunu ihmal eden insan iradesi bedeninin ihlallerine ayak uydurmakta, ihlal tekrarı rutin bir paslanmaya yol açarak insan bütünlüğünün hal’ini hazırlamaktadır. Varolmanın ve varlığını sürdürmenin mutlak garantisi olan “ölçülü” üretim-tüketim, ölçülü davranış iradenin dumura uğramasıyla bu vasfını yitirmekte, ölçü metastaz yaptığından oluş tamamen sönükleşmektedir. Ölçü yoksa ya daralma ya genişleme vardır. Daralma içe dönüş çöküş, genişleme dışa dönük pelteleşme demektir. Daralmada yapıyı oluşturan öğeler üst üste binerek işlevsizleşir, genişlemede yapıyı oluşturan öğeler birbirinin uzağına düşerek iletişim kaybı yaşar ve her iki durumda da varoluş dinamizmini yitirir. Birinci tüketim yokluğundan kaynaklı açlık sefaleti, ikinci tüketip çokluğundan kaynaklı tokluk sefahatidir. Ve mutlak açlık ile mutlak tokluğun her ikisi de iradeyi kilitler, insanı özünden uzaklaştırıp hayvanlaştırır.
Bütün canlılar tepkimeye girerler ve varlıklarını da bu iletişime borçludurlar. Nesnenin içindeki atomlar o nesnenin yapısını korumak için sürekli hareket eder, bitkiler toprağın derinliklerine kök salarak sürekli gövdeyi yukarı taşır, hayvanlar varolmak için sürekli bedensel beslenmeye ihtiyaç duyar. Ve insan da hem bedenini hem ruhunu kalıcı kılmak için beslenmek zorundadır. Tüketimin konuşulacağı yer burasıdır: Varolmak için tüketmek zorundayız ve bunun bir ölçüsü var: Ölçü, tükettiğinin altında ezilmemek, varlığını pekiştirecek kadar tüketmektir. Her konuda olduğu gibi hayat denge üzerine yaratılmıştır ve aşırılık hayatın düşmanıdır. Fazla ışık da kötüdür fazla karanlık da fazla tüketim de kötüdür fazla üretim de… Hayat, “gerektiği kadar” ile idare ederek kendini varlığın kucağına iter. Bütün fazlalıklar kötüdür. Işığın fazlası körleştirir, karanlığın fazlası da. Besinin fazlası obezleştirir, açlığın fazlası da… Mutlak açlık da öldürür mutlak tokluk da. Mutlak açlık da bilinci kötürümleştirir, mutlak tokluk da…
İnsan ile tükettikleri arasındaki ilişkide denge birincil derecede rol oynar. Ömür, zamanın sınırlarına, beden mekanın sınırlarına tabidir. Böylece her ikisi de sınırlı olanın tüketiminin de sınırlı olması gerekir.