Haklar, Sınırlılıklar ve Tüketim Toplumu (1)
Geçtiğimiz hafta, Adıyamanlılar Vakfı Ankara Şubesi’nin konuğu olarak Haklar, Sınırlılıklar ve Tüketim Toplumu adıyla bir konferans verdim. Katılımın bir hayli yoğun olması, bu dijital çağda gençler üzerinden hala bir umudun varlığına dair içimde ciddi bir umut uyandırdı. Demek, söylenecek sözünüz olunca dinleyecek birileri de mutlaka çıkıyor. Hele bir de soru cevap kısmı vardı ki katılımcıların çokluğundan ziyade soru sorma biçimleri, soru öncesi tahkimatları bende ülkenin geleceğine dair oluşan karamsarlık bulutlarını kısa süreliğine olsa bile dağıtmaya yetti. Gerçekten de insan ruhlarının dijital ekranlara hapsedildiği günümüz dünyasında böylesi yüz yüze etkinliklerin varlığı insana ve onun geleceğine yönelik sadece güven vermekle kalmıyor aynı zamanda bütün bu yapaylıklar arasında sesin doğallığına sığınmaya dair ılık bir nefes alma şansı da tanıyor. Her şeyden önce şahsıma gerçekten bilgiye susamış üniversite öğrencilerine konuşma fırsatı verdiği ve etkinliğin ardından da bir rutinin parçası olarak Serince’nin lezzet abidesi o harika çiğköftesi ikramında bulundukları için başta vakfın Ankara şubesi başkanı Hüseyin Duran ve yardımcısı Sıtkı Küçükaslan olmak üzere etkinliğin gerçekleşmesine katkı sunan bütün dostlara teşekkür ederim. Doğal yaşam alanlarıyla birlikte değerlerin doğallığının da aşındığı böylesi bir süreçte haklarımız ile sorumluluklarımızı törpüleyen tüketim nesneleriyle aramızdaki mesafeyi nasıl ayarlamamız gerektiğine dair konuşmamın ana hatları şöyledir:
Özü itibariyle Allah’ın, yarattığı bütün varlıklar üzerinde hakkı vardır. Tıpkı çocukları üzerinde ebeveynlerin, öğrencileri üzerinde öğretmenlerin, bahçeleri üzerinde bahçıvanın hakkının tartışılamayacağı gibi ve hatta ondan daha ziyade, olmayanı var kılmaktan kaynaklı bir haktır bu. Elbette “olmayanı var kılanın”, “varedilen” üzerindeki bu hak onu kuruyup gözetmeye de delalet eder. Yarattıklarınızı sever, korur, gözetirsiniz. Yaratılan ile yaratan arasındaki sınır tam da burada başlar: Eserinizi sever, korursunuz ama aynı zamanda onun doğasına uygun davranmasını beklersiniz. Yaratılmış olan da yaratıcısına hürmet göstermenin karşılığı kabilinden doğasına uygun davranır, onun telkinlerini dinler ve hem kendisi hem de onun için belirlenen alanı ihlal etmemeye gayret gösterir.. Nesneler, bitkiler, hayvanlar ve insanlar varlıklarını borçlu oldukları Tanrı’ya, borçlarını varoluşlarına uygun davranarak öderler. Taş da çimen de kuş da doğasına uygun davranarak varoluş hakkını öder yaratıcısına. İnsanın durumu ise biraz farklıdır: İnsan, öteki bütün varlıkların, canlı cansız, bütün yaratılmışların yükünü omzuna almayı kabul ettiği için aynı zamanda Tanrısal nefesle donanmış, O’nun kendi ruhunu üfleyerek özene bezene yarattığı en mükemmel organizasyondur. Burada, ebeveyn ile çocuk, büyük ile küçük, öğretmen ile öğrenci, bahçıvan ile bağ arasındaki ilişkinin doğasından oldukça farklı bir zemin vardır. Doğaya hediye edilmiş ile doğanın kendisinin de yaratıldığı bir irade arasındaki fark… İnsan tarafından bir söz verilmiştir Tanrı’ya; kendisine emanet edilen suyu da ateşi de toprağı da havayı da koruyacaktır ve elbette sorumlu olduğu insan kardeşlerini unutmadan… Belki biraz da bundan dolayıdır ki Tanrı ile insan arasındaki akitte insana bahşedilmiş o devasa irade, doğrunun yanında yanlış yapabilmenin de iyiliğin yanında kötülük yapabilmenin de gücüyle donatılmıştır. Ve hak tam da bu noktada ortaya çıkar; suya, havaya, ateşe, toprağa, çakıl taşına, ağaca, balığa verilmeyen seçme hakkı… Tanrı’nın nefesinin insanda temsilinin yarattığı o uçsuz bucaksız güç, ilhamını sonsuzluktan aldığı için iyiliğin de kötülüğün de boyutları asla tahmin edilemez!
Hak, varoluşunu devam ettirmenin, onu garanti altına almanın ve ona yönelik tehditleri bertaraf etmenin adıdır. Bu manasıyla evrenin de dünyanın da dünyadaki nesnelerin de bitkiler ve hayvanların da kendini koruması evrensel bir haktır. İnsan iradesi onların kendilerini koruyamayacakları noktada devreye girer ve sorumluluk üstlenir. Doğanın kendini koruyamadığı yerde insanın bir kalkan gibi onun önüne geçmesi, kendini korumaktan aciz iradeye insan iradesini eklemleyerek acziyeti gidermesi gerekir. Çünkü sorumluluk ilk elden, hakkın korunması için vardır. Hepimizin tek tek öncelikle kendimizi korumaya sonra da dışımızda ve bize tabi kılınan her şeyi korumaya yönelik bir sorumluluk alanı inşa etmemiz gerekir. Gücümüz nispetinde “incinmeyeceğimiz” ve “incitmeyeceğimiz” bir iç dünya tahkimi ve o tahkimatın yayıldığı bir ontolojik alan kurmamız gerekir. Ancak korunmaya ve korumaya ayarlanmış iç dünyalar söz konusu olduğunda güvenli bir toplum yaratılabilir.