Hakkını helal et!
Üstümüzden uçan kuşun hatırı vardır, dedi. Gölgesinde serinlediğimiz, meyvesini yediğimiz ağacın hatırı vardır. Kokladığımız çiçeğin, suyunda serinlediğiniz ırmakların, göllerin hatırı vardır, dedi. Hatırı olanın üstümüzde hakkı vardır; hakkı olandan da helallik istenir, dedi.
Hâlimizi soran, selamımıza karşılık veren ve bize gülümseyen her dostun hatırı vardır. Güneşin ve yıldızların, bulutların hatırı var. Kâinatta insanoğlunun hizmetine sunulmayan ne var ki? Canlı cansız ne varsa insan için değil mi? Şimdi üstümüzde ne kadar çok hak olduğunu düşünme vakti.
Bahçemizde öten kuşların bizlere sunduğu konserleri, rengârenk çiçeklerin görsel ziyafetini, soframızı bereketlendiren sebzelerin ve meyvelerin güzelliğini, lezzetini düşünelim. Hepsi bizim için…
Gecenin en karanlık vakti… Uykusuzluk ve derin düşünceler içinde uyanırsınız. İçinizi yakan ve kavuran bir sızıyla düşünmeye başlarsınız. Gözler yorgundur ama uyku tutmaz sizi. Gönlü yorgun olanın gözü yorgun olsa ne olur ki? İncitmişseniz veya incinmişseniz o gönülde ateşler yanar. Yangın yeridir içiniz.
Mahfi’yi de uzun süredir uyku tutmuyordu. Kendisini karşısına koyup sorguya çekti. Gecenin sabaha akan vaktinde, masanın bir ucunda kendisini dinliyordu. Sonra balkona çıktı, sessizce sokaklara baktı. Sokak lambalarının aydınlığı içini aydınlatmaya yetmiyordu. Kalbini yokladı, göğüs kafesini dolduran ve içten içe yayılan ağrıyı hissetti. Arada yoklayan, birden vuran ama bazen de kendisini unutturan bu sancıya bir anlam veremiyordu. Bir bardak su aldı, boğazına yapışır gibiydi. Yarısını ancak içebildi. İlaç almayı düşündüyse de midesine yük etmemek için bu düşüncesinden vazgeçti. Salona geçti, çiçeklere baktı, masada kalan kitaplara dokundu. Bilgisayarda açık kalan son yazıya göz attı, bir türlü bitmeyen, bitirilemeyen yazı… İncinen bir kalpten kopup, dalga dalga yayılan ahlar gelip göğsüne konuyor, içinde birikiyordu. Hakkını helal et, dedi kendi kendine. Hakkını…
“Toz konmasın sakın sana/Hakkı geçer halkın sana/Gücenmesin yakın sana/Uzak senden incinmesin.” diyordu A. Karakoç. Uzaklardan çağırdığı ruh avuçlarında idi, konuşsa yakacaktı. Sessiz kalıp konuşmamak en iyisi idi. Öyle yaptı ve susarak konuştu. Belki de büyük sanat idi susarak konuşmak. İç sesinden bile korkuyordu. Sanki iç sesi duyulacakmış gibi çekingen ve mahcup idi. Bir cümle çıksa şimdi muhatapsız kalacaktı. Muhatapsızlığın yalnızlığı…
Gecenin rengi değişiyordu. Perdeden sızan aydınlık sabahı müjdelese de içindeki karanlık sürüyordu. Mağlup olmaya razı idi ama mahcubiyet başka bir şeydi. Ruhunu saran yalnızlık uzayıp giden bozkırdaki kalan tek bir ağaç gibi… Zikrine dalıp güneşi bekledi. Kalbinin içine bir damla yaş düştü.
Orhan Veli’nin dizelerine tutundu: “Toprak kımıldıyor yavaş yavaş,/Gün doğuyor şehrin üzerine,/Bembeyaz gece çiçeklerine/Sabahla düşüyor bir damla yaş.”
Tanpınar’ın “Sabah” şiirini sabahın ilk ışıklarıyla okudu, bu şiir, evet, bu şiir en güzel mesaj olurdu, okunmayacağını bilse de ruhuna dokunacağını biliyordu:
“Serin rüzgârlara pencereni aç!
Karşında fecirle değişen ağaç,
Bak, seyret ağaran rengini ufkun
Mahmur gözlerinde süzülsün uykun.
Bırak saçlarınla oynasın rüzgâr.”
Mevsim geçiyor, kirazlar oldu, akzambaklar da açtı. Çabuk geçiyor, bil isterim, dedi. Dedi ama içinden… Ve bitmeyen yazıyı bitirdi: “Ne var ne yok âlemde bizim için. Suskunluğum kâinatın nizamını bozmamak içindir. Ağaçların, çiçeklerin, uzun yolların, pınarların, buğdayların, göllerin, toprağın, kitapların, şiirlerin hakkı için… Ömrümüz bir gün dolacak, vasiyetim elinde olacak, hakkını helal et.” dedi.