"Hakikat"e dikkat çekmek
Gustav Jung, kendisiyle yapılan söyleşide kanaatimce
iki önemli şey söylemektedir. Birincisi, kendisine yöneltilen “Tanrı’ya kişisel
hayatınızda inanıyor musunuz?” sorusuna “inanmıyorum, biliyorum” şeklinde cevap
veriyordu. İkincisi de, insanla ilgili analizlerinde ise “insan en tehlikeli
varlıktır; tehlike insandan gelmektedir” şeklinde bir cümle kullanmıştı.
Doğrusu Tanrı’yı bildiğini söylemesi, bende
özellikle “psikoloji” söz konusu olduğunda derin analizlere bizi
yöneltmektedir. Bunu ayrı bir yazının konusu yapalım. İnsanın tehlikeli bir
varlık olması, onun çok farklı faktörler sebebiyle kendisini bulamaması ile de
ilintili bir süreçtir.
Sosyoloji, psikoloji vb. bilimlerde sıklıkla
tartışıldığı üzere insanın sosyal çevresiyle ilişkisi ve sosyal çevrenin insan
üzerindeki derin etkisi burada belirleyici görünmektedir. Sartre gibi
varoluşçuların insanın özü olmadığı; dolayısıyla tamamıyla sonradan inşa
edildiği görüşüne bakacak olursak, burada sanki özgürlük imkanının genişlediği
gibi bir fikre sahip olunabilir. Öte yandan insanın tamamen sosyal çevresi
tarafından belirlendiğini de bize dikte edebilir. Zaten bir kısım düşünürler
insanın büyük oranda belirlenmişliğinden bahsetmektedirler.
Doğrusu ben insanın tamamen belirlendiği kanaatinde
değilim. Burada Weber’den mülhem söyleyecek olursak insanın bilinçli eylemleri,
dünyayı inşa etme ve değiştirme uğraşları aksi durumda açıklanabilir olmaktan
çıkardı. Ancak yine de burada sosyal tabakalar arasında farklılıkların olduğu
kanaatindeyim. Fakat klasik bir tabakalaşmadan ziyade, kabaca entelektüeller ve
diğerleri arasındaki farktan bahsediyorum.
İnsanların çoğu toplumda çevrelerinde hazır
buldukları, kendilerine telkin edilen davranış ve yaşam tarzlarını tekrar
ederler. Bu sebeple “moda” oluşturan akım ve davranışlar insanlar arasında
kolaylıkla yayılmaktadır. Hele bugünün küresel ve görsel iletişimin yoğun
olduğu dünyada “moda”laştırmak daha kolay görünmektedir. Böylece bir
kitleselleşme oluşmaktadır. Kitleselleşme hem yönetimsellik açısından
işlevseldir hem de yüzeyselleşmeyi birlikte getirmektedir.
Bir toplumda değişim yaratmak aslında popüler anlamda
bu kitleselleşme ile daha kolay olabilmektedir. Ancak kitleselleşmenin
karşısında “hakikat”e dikkat çekildiğinde insanlara bunu anlatmak o kadar kolay
değildir. Bunu anlatanlar sofist ve kıssacı türden insanların çok kolay hışmına
uğrarlar. Belki de Nietszche’nin “bu kulaklara ağız değilim” sözü bu minvalde
söylenmiştir.
Kitleselleşme, popülerleşme formel eğitimle
halledilecek bir mesele değilmiş gibi görünmektedir. Kur’an-ı Kerim’in
“müstazaf” olarak belirttiği ve entelektüel potansiyelleri giderek
zayıflatılmayı da içeren bu kavram, neticede “hakikat” karşısında herkes
olabilmektedir. Peygamberlerin işi bu sebeple o kadar kolay olmamıştır. Ancak
onlar “hakikat”i farklı şekillerde ifade kapasitesine sahip olmaları sebebiyle
en azından bizden öndedirler.
Marx teorisinde kitlelerin aldatılması ve
yabancılaşma üzerinde özellikle durmaktadır. Dini bu anlamda “yanlış bilinç”
olarak gören Marx nihai anlamda onu bir afyon olarak değerlendirse de, son
kertede dini kitleler için gerekli de görmektedir. Hasılı bugün temel sorun;
“hakikat” konusuna kitlelerin ilgi ve dikkatlerini çekebilmektir.
Tam da bu sebeple toplumun sorunların farkında
olmadığı, kitleselleşmenin derin bir şekilde işlediği bir çağda yaşamaktayız.
Küresel ölçekte kitleselleşmenin ya da müstazaflaşmanın giderek arttığını
müşahede ediyorsunuzdur. Böyle bir konjonktürde kitlelere, ekrandan dikte
edilen modalar, hakikat çarpıtmaları ve büyülü-renkli dünyalar, el çabukluğu
ile “hakikat”i gözden kaçırmakta, daha da ileri giderek bunun önemli bile olmadığını
dikte etmektedirler. İşin ilginç tarafı bunu da “dini format”larda
yapmaktadırlar.