Hak(ikat) Tanrı'dır
İçinde yaşadığımız postmodern durumda “hakikat” üzerine yapılan konuşmalarda ve ortaya konulan argümanlarda dikkat çeken ortak nokta, hakikatin de seküler nesnelere işaret etmeye başlaması ya da “hakikat”in tamamen askıya alınmasıdır. Hakikate dair metinleri okuduğumuz zaman, insanlığın ulaştığı mevcut durumda hakikatin kendi özgül ağırlığının azaltıldığı gözlemlenmektedir.
İnsanlığın yakın
tarihini kabaca üç dönemde ele alabiliriz. Premodern dönemde Tanrı hem tek
hak(ikat)tır hem de tüm evrenin yegane (hayat) kaynağıdır. Burada hakikatin
aynı zamanda Tanrı gibi bir sabiteden ve yine Tanrı gibi bir sabiteye hareket
etmesi söz konusudur. Dolayısıyla Tanrı’nın bir başlangıç noktası alınarak
insan ve tabiatın anlamlandırılması söz konusu olmaktadır.
İslam’ın özellikle
“Tevhid” düşüncesi üzerinde ısrarlı olmasının özel bir anlamı vardır. Bu ısrar
Hz. Adem’den (AS) başlayarak Hz. Muhammed’le (SAV) birlikte devam eden tevhid
bir paradigmayı ifade etmektedir. Burada Tanrı evren, insan, bilgi vb. tüm
varlık alemi ve nesnelerin yegane kaynağı Tanrı’dır. Tevhidin bozulması,
otomatik olarak varlık aleminin parçalanması, Tanrı’nın bütünsel egemenliğinin
parçalanması ve daralmasıdır. Bir başka deyişle, Tanrı’nın egemenlik
alanlarından önemli bir kısmını bırakmasıdır ki, modern zamanlarda insana devredilmiştir.
Tevhidi bir
hakikat anlayışının temel esprisi, hakikat düşüncesinin tüm insanlardan
bağımsız, insanların dışındaki varlığıdır her şeyden önce. Bu aynı zamanda
insanın sınırlılıklarını ve göreliliğini aşarak, dış dünyadaki gerçekliğin
objektifliğini aramak ve ortaya koymak şeklinde tezahür etmektedir. Dolayısıyla
bu hakikat, etrafında belir(til)en “doğru” ve “yanlış”lar çerçevesinde insanın
tavır almasını gerektirmektedir. Söz gelimi; erdemli olmak insanın bu hak(ikat)
muvacehesinde kendisini değiştirmesi anlamına gelir.
İkinci dönem olan
modern zamanlara gelindiğinde ortaya çıkan en önemli değişim, hakikatin kaynağının
adresinin değişmesi şeklinde gerçekleşti. Bu sefer Tanrı hakikatin kaynağı
olmaktan çıkarak insan Tanrı yerine ikame edildi. Descartes ve Kant’ın
düşünceleriyle kurumsallaştırılan bu yaklaşım, insanı soyut bir varlık olarak
aynı şekilde işleyen bir varlık olarak tasarladı ve tüm akılların aynı yoldan
geçtiği varsayımıyla hareket etti.
Bu bağlamda ontolojik olarak
Tanrı’nın yerini insan alırken, epistemolojik olarak insanın ürettiği bilgiler
mutlaklaştırıldı. Kant’ın kategorileriyle artık insanın dış dünyada bir
gerçeklik olduğundan hareket etmedi, tüm gerçekliğin kendi bakış açısından
üretildiğini düşünmeye başladı. Neticede bütün “insan”lık aynı yoldan
geçeceğine göre, insan ve nesnede gözlemlenen ve ona dair üretilen bilgilerin
de aynı ve mutlak olduğu sonucuna varıldı. Bu pratikte aynı zamanda Batı
aklının mutlaklaştırılması ve egemenliği anlamına da gelmekteydi.
Gerçekte modern aklın ürettiği
totoloji ve totalitarizmi aşmak üzere geliştirilen postmodern düşünce, bilmenin
sınırlarını somut “öznel ben”in sınırlarına indirgediği için hakikat de dört
nitelikle tebellür etti; seküler, içkin, parçalı ve göreli. Böylece her bir
insan kendisini merkezileştirirken, bizzat hakikatin kaynağı haline geldi.
Bunun doğal sonuçlarından birisi, hakikatin insanlara göre görelileşmesi ve
parçalanması ise bir diğeri de insanın mikro Tanrı haline gelmesidir.
Postmodern insan için hakikat kendi
talepleri haline gelmiştir. Bu sebeple, metinlere yansımalarından anlamaktayız
ki, hakikatin göreli olduğu ve değiştiği sıklıkla dillendirilmektedir.
Dolayısıyla Tanrısal hakikat ve din, yeni durumda insana dışarıdan uygulanan
bir şiddet olarak algılanmaya başlanmıştır.