Dolar (USD)
35.18
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2966.40
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Hak(ikat) Tanrı'dır

İçinde yaşadığımız postmodern durumda “hakikat” üzerine yapılan konuşmalarda ve ortaya konulan argümanlarda dikkat çeken ortak nokta, hakikatin de seküler nesnelere işaret etmeye başlaması ya da “hakikat”in tamamen askıya alınmasıdır. Hakikate dair metinleri okuduğumuz zaman, insanlığın ulaştığı mevcut durumda hakikatin kendi özgül ağırlığının azaltıldığı gözlemlenmektedir.

İnsanlığın yakın tarihini kabaca üç dönemde ele alabiliriz. Premodern dönemde Tanrı hem tek hak(ikat)tır hem de tüm evrenin yegane (hayat) kaynağıdır. Burada hakikatin aynı zamanda Tanrı gibi bir sabiteden ve yine Tanrı gibi bir sabiteye hareket etmesi söz konusudur. Dolayısıyla Tanrı’nın bir başlangıç noktası alınarak insan ve tabiatın anlamlandırılması söz konusu olmaktadır.

İslam’ın özellikle “Tevhid” düşüncesi üzerinde ısrarlı olmasının özel bir anlamı vardır. Bu ısrar Hz. Adem’den (AS) başlayarak Hz. Muhammed’le (SAV) birlikte devam eden tevhid bir paradigmayı ifade etmektedir. Burada Tanrı evren, insan, bilgi vb. tüm varlık alemi ve nesnelerin yegane kaynağı Tanrı’dır. Tevhidin bozulması, otomatik olarak varlık aleminin parçalanması, Tanrı’nın bütünsel egemenliğinin parçalanması ve daralmasıdır. Bir başka deyişle, Tanrı’nın egemenlik alanlarından önemli bir kısmını bırakmasıdır ki, modern zamanlarda insana devredilmiştir.

Tevhidi bir hakikat anlayışının temel esprisi, hakikat düşüncesinin tüm insanlardan bağımsız, insanların dışındaki varlığıdır her şeyden önce. Bu aynı zamanda insanın sınırlılıklarını ve göreliliğini aşarak, dış dünyadaki gerçekliğin objektifliğini aramak ve ortaya koymak şeklinde tezahür etmektedir. Dolayısıyla bu hakikat, etrafında belir(til)en “doğru” ve “yanlış”lar çerçevesinde insanın tavır almasını gerektirmektedir. Söz gelimi; erdemli olmak insanın bu hak(ikat) muvacehesinde kendisini değiştirmesi anlamına gelir.

İkinci dönem olan modern zamanlara gelindiğinde ortaya çıkan en önemli değişim, hakikatin kaynağının adresinin değişmesi şeklinde gerçekleşti. Bu sefer Tanrı hakikatin kaynağı olmaktan çıkarak insan Tanrı yerine ikame edildi. Descartes ve Kant’ın düşünceleriyle kurumsallaştırılan bu yaklaşım, insanı soyut bir varlık olarak aynı şekilde işleyen bir varlık olarak tasarladı ve tüm akılların aynı yoldan geçtiği varsayımıyla hareket etti.

Bu bağlamda ontolojik olarak Tanrı’nın yerini insan alırken, epistemolojik olarak insanın ürettiği bilgiler mutlaklaştırıldı. Kant’ın kategorileriyle artık insanın dış dünyada bir gerçeklik olduğundan hareket etmedi, tüm gerçekliğin kendi bakış açısından üretildiğini düşünmeye başladı. Neticede bütün “insan”lık aynı yoldan geçeceğine göre, insan ve nesnede gözlemlenen ve ona dair üretilen bilgilerin de aynı ve mutlak olduğu sonucuna varıldı. Bu pratikte aynı zamanda Batı aklının mutlaklaştırılması ve egemenliği anlamına da gelmekteydi.

Gerçekte modern aklın ürettiği totoloji ve totalitarizmi aşmak üzere geliştirilen postmodern düşünce, bilmenin sınırlarını somut “öznel ben”in sınırlarına indirgediği için hakikat de dört nitelikle tebellür etti; seküler, içkin, parçalı ve göreli. Böylece her bir insan kendisini merkezileştirirken, bizzat hakikatin kaynağı haline geldi. Bunun doğal sonuçlarından birisi, hakikatin insanlara göre görelileşmesi ve parçalanması ise bir diğeri de insanın mikro Tanrı haline gelmesidir.

Postmodern insan için hakikat kendi talepleri haline gelmiştir. Bu sebeple, metinlere yansımalarından anlamaktayız ki, hakikatin göreli olduğu ve değiştiği sıklıkla dillendirilmektedir. Dolayısıyla Tanrısal hakikat ve din, yeni durumda insana dışarıdan uygulanan bir şiddet olarak algılanmaya başlanmıştır.