Hakikat niçin önemlidir?
Göreliliğin egemen olduğu bir çağda yaşamaktayız. Dolayısıyla “bağlam” koymadan yargıda bulunmak çok geçerli bir söyleme biçimi değil. Fakat göreliliğin önümüze getirdiği handikap ise, insanın bir başlangıç noktasından mahrumiyeti şeklinde gerçekleşmektedir.
Bilgi
tabakalaşması açısından alt katmanda bulunan insanlar, meselenin bu teorik
boyutuyla ilgili değiller. Hatta bunu entelektüel bir fantezi olarak
değerlendiriyorlar. Onlar meselelerin kendilerine kadar inen boyutuyla
ilgililer. Aslında bugün ilgisizlik, duyarsızlık, bencillik, biyolojik yaşama
odaklanma, hazcılık vb. şeklinde tüm toplumsal katmanlarda yaşanan sorunlar bu
teorik tartışmaların birer sonucu.
Tam
da bu sebeple “Hakikat”e dair tüm yazı ve söylemlerle birebir ilgiliyim. Zira
“hakikat”i hiç kaybetmemem gereken bir kavram olarak düşünmekteyim. Peki
hakikat niçin önemlidir? Çünkü “bir şeyi diğerlerinden ayıracak şekilde
kendisine özgü varlığı ve bu varlığından mülhem onu kendisi kılan tabiatı,
mahiyeti” şeklindeki tanımı baz aldığımızda bir şeyin ne ise olduğu gibi
tanınması ve tanımlanmasının, doğru bir hayat için elzem olduğu anlaşılacaktır.
Yukarıdaki
tanım bir yandan Farabi’nin “bir şeyin kendine özgü varlığı” ya da Cürcani’nin
bir şeyi kendisi yapan şey” şeklindeki hakikat tanımlarını ihtiva ederek daha
da genişletmektedir. Bu durumda bu dünyada yaşayan bir insan olarak gerek
nesneleri gerekse onu aşan tüm varlıkların mahiyetini tanı(mla)maya çalışmak
gibi bir ödevim bulunmaktadır. Çünkü insan ve eşyanın anlamına dair bir
sap(tır)ma her şeyden önce insanın gerek nesneler, gerek kendisi gerekse tüm
bunları aşan varlık dünyasıyla yanlış bir ilişki kurmasını sonuçlayacaktır.
Hz.
Adem’den (AS) bu yana tüm peygamberlerin ve kutsal kitapların hatırlattığı
nokta bu olmuştur. Peygamberler ve kutsal kitap, insanın, varlık dünyasının ve
nesnelerin anlamlarını belirtmişlerdir. Bu sebeple “eşyanın isimlerinin
öğretilmesi” insana yönelik Tanrı’nın gerçekleştirdiği ilk işlemlerden
birisidir. Tarih boyunca toplumlarda bu yöndeki saptırmalar peygamberler ve
kutsal kitapların uyarısına konu olmuşlardır. Doğrusu bugün kutsal kitabın
temel odak noktası da burasıdır.
Modern
zamanlardaki kırılmanın doruk noktasını Aydınlanma düşüncesi oluşturmaktadır.
Aydınlanma ile insanın kendi yetilerinin farkına vardırılması olumlu bir sonuç
olsa da, neticede modern dönemdeki en önemli kırılmanın insanın kendisini
“anlam verici” sıfatla Tanrı’nın yerine konumlandırması olduğunu
söyleyebiliriz. İnsan aklı tüm varlık dünyasını kapsayabilecek kategorik bir
tümellik göstermez. Hegel’in “akli olan gerçektir; gerçek olan aklidir”
şeklindeki postülası bugün gelinen noktada geçerliliğini yitirmiştir.
Kant’ın
“kendinde şey”i dışarıda bırakarak fenomenler dünyasına odaklanışı, belirli
oranda haddini bilse de tüm varlık dünyasını kapsayan bir yaklaşım değildir.
Ancak Kant etik, sanat ve din alanında birden farklı bir düzlemden konuşmaya
başlamaktadır. Üstelik sürekli ödev olduğu için bir şeyi yapmak, “iyi”ye
yabancılaşmayı da getirmektedir.
Postmodernler
ise her şeyi göreliliğe mahkum ederken, “hakikat”i parçaladılar ve sübjektif
hale getirdiler. Bunun üstelik özgürlük getirdiğini iddia etmektedirler.
Halbuki “hakikat”in kaybedildiği bir dünyada, her şey yanyana sıralanırken
onlar arasındaki tercih “doğru”luk kriteri ile değerlendirilemez. Burada
Derrida’nın dediği “fark” kavramı ise onlar arasında “anlamlı” bir değişikliğe
vurgu yapmaz. Hele varlık dünyasının hakikatine dair hiçbir şey söylemez.
Durmadan
Tanrısal hakikatin devrinin bittiğini söyleyenler, dikkat ediyorum sürekli
varlık dünyasının anlamını çarpıtmakla meşguller. Diyeceğim şu ki; bu sizin
başarabileceğiniz bir şey değildir.