Hakikat, Adalet, Liyakat (1)
Bir İran atasözü, “her kuş dengiyle uçar” der. Galiba bu en çok da hakikat, adalet ve liyakat kuşları için geçerlidir. Çünkü kuşlardan biri öldüğünde ötekilerin gözü hep arkada kalır. Kuşlardan biri geride kaldığında ötekilerin kanadı sürçer ve kuşlardan biri yanlış yöne gittiğinde ötekilerin ya rotası şaşar ya da yolculuk bir başından ötekine hüzünle dolar…
Adalet, ışığını hakikatten; liyakat ise adaletten alıyor. Böylece, bütün ilişki biçimlerinin mutlak amacı hakikat, vazgeçilmez istikameti adalet ve en önemli yöntemi ise liyakat haline geliyor. Üstelik bu üçünün bir arada ve sağlıklı işleyişi ideal bir topluma, ideal toplum ise ideal bireye ulaştırıyor. Bundan dolayıdır ki insanın içinde, vicdanla başlayan her yolculuk, bir şekilde hakikate ulaştırırken, liyakat bunun en önemli garantisi oluyor. Ama aynı zamanda bireyin içindeki hakikate ulaşma arzusu toplumsal adaleti, toplumsal adalet ise kurumsal liyakati besliyor. Bu döngünün elbette kaçınılmaz sonucu, hakikat toplumunun adaletle zenginleşen iç dünyasının liyakatten aldığı ilhamla kolektif akıl üretimini medeniyete tahvil edişidir. Bireysel anlamda hakikat arayışı adalet ve liyakat ile birleşince kamil insanı, toplumsal anlamda ise kamil insan türevlerinin ortaya çıkardığı mükemmel toplumu meydana getiriyor. Ya da tersinden bakarsak bireysel anlamdan hakikatin uzağına düşmüş kişinin adaletle bağı kopuyor, adaletin kendisini terk ettiği vicdan, liyakati unutuyor. Yine aynı gerekçelerden ötürü hakikate gözlerini kapamış toplumda adalet duygusunun yerini derin bir adaletsizlik alıyor, derin adaletsizlikler son derce çarpık bir liyakat anlayışını doğuruyor. Ve elbette ırmak sularının birleşip denize döküldüğü yerdeki genişlemesi gibi bütün bu ters döngüler toplumun en büyük siyasal kurgusu olan devletin en yukarıdan başlayarak en aşağıya kadar hiyerarşinin merkezinden liyakati çıkarmasından kaynaklı sayısız bölünmeyi, parçalanmayı, umutsuzluğu, sonunda da o toplumu yerle bir edecek derin bir ayrışmayı tetikliyor.
Hakikat, insanın ruhuna yerleştirilmiş olan gerçeği bulma arzusudur. Bütün insanlar bu dünyaya kendilerinden başlayarak hayatı ve ona dair her şeyi anlamak için gönderilmişlerdir. Hayat metninin merkezinde anlaşılmayı bekleyen ve anlamaya çalışan iki muhatap vardır. Dünya ve ona özgü bütün oluşlar okunmayı bekleyen bir metin, insan ise hayatını onu anlamaya adamış bir okuyucudur; hakikat ise metinden okuyucuya akarken okuyucuyu besleyen, onun eksiklerini gideren, bakışındaki bulanıklığı keskinleştiren Yaratıcı’ya özgü yasalar bütünüdür. Bu yönüyle kitaplar doğanın yasasını en iyi öğrenmenin formülleriyle bezenmiş, peygamberler de bu formüllerin çözümünde rol oynayan aracılardır. Bir yolcu olarak tahayyül ettiğimiz insan, yolların sürekli birbirini kestiği dönemeçlerde, izlerin yer yer kaybolduğu sapaklarda kendine yol bulmak için ya Kitab’a ya da onun en büyük yorumcusu olan Peygamber’e başvurur. Ne zaman yolunu kaybetse, yukarıdaki yıldızlar gibi onlara bakarak pusulasını ayarlar ve kaldığı yerden yoluna devam eder hakikat yolcusu. Bütün bu manalarıyla hakikat, kendisi başta olmak üzere insanın karşısındaki aynayı parlatarak dünyayı olduğundan daha net görme arayışından başka bir şey değildir. Kendini gören, başkasını da görür.
İkinci mesele ise adalettir. Adalet, hakikatin görmemizi, hatta gözetmemizi istediği mutlak bir ölçüdür. Hakikatin yolu adaletten geçer çünkü aynada kendini gören kişi, kendinden hareketle başkalarını, başka şeyleri de görür. Böylece kendisi ile başkaları arasındaki sınırların net olmasına gayret eder. Haddizatında adalet insan ile kendisi dışındaki her şey arasına çizilmiş çizginin ihlal edilmemesidir. İnsanın kendi dışındaki şeylerin çizgisini ihlali incitmek, başkaları ve başka şeyler tarafından sınır ihlaline uğraması ise incinmek demektir. Dolayısıyla adalet meselesi bir çizgi ve ihlal meselesidir.