Ha Gayret!
Gayret hakkında söylenmiş çok güzel övgüler ve sözler vardır. Meselâ Muhiddin-i Arabî Hazretleri, “Kader gayrete âşıktır.” der. Mütefekkir yazar Sâmiha Ayverdi de eserlerinde “gayret kemerini kuşanmak”tan sık sık söz eder. Bir toplantıda bir yakını, onun “gayretli devletliyi geçer.” sözünü nakletmişti. Bir başka arkadaşımız ise Fatih Sultan Mehmed’in şu ölümsüz sözünü bulup göndermişti: “İmkânın sınırını görmek için, imkansızı denemek lâzım.”
Bütün bu sözler, hiçbir çabanın boşa gitmeyeceğini özlü biçimde ne güzel ifade ediyor. Bir başka güzel sözü hatırlıyorum Bediüzzaman Hazretlerine ait: “Kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir.” Aynı hedefe yürüyen akıl prensipleridir bunlar. Peki bugün gayret vadisinde, çaba sahasında nerelerdeyiz? Doğrusu çok iyi noktada durduğumuz söylenemez. “Nemelâzımcılık” hastalığı, “Bana ne” kaprisi, “Bana mı düşmüş” zayıflığı almış başını gitmiş. Hâlbuki “Durumdan vazife çıkarmak” diye bir söz vardır. Meydana gelen herhangi bir hadisede, “Ben ne yapabilirim, bu konuda elimden bir şey gelir mi, bu mevzuda yüklenebileceğim bir hizmet, üstlenebileceğim bir görev var mıdır?” denilmelidir. Bu, yüce gayrettir, ulu himmettir ve insanı insan yapan bir vasıftır.
Dünyada hiç bir şey kendiliğinden olmuyor. Bir hayaliniz varsa hakikate çevirmek için uğraşacaksınız. Projeniz varsa uygulamaya koyacaksınız. Devenizi elbette kanaat gösterip Allah’a teslim edeceksiniz lâkin önce sağlam bir direğe bağlayacaksınız. Yani sebeplere başvurup hikmete yöneleceksiniz.
Bir Hint atasözü duymuştum, şöyle ki: “Tepende kara bulutlar olsa bile, gökyüzünün maviliğinden kuşku duyma.” İnsanoğlunu teşvik için daha ne söylenebilir? Kenan Rıfaî, yakınlarını sürekli olarak hareket etmeye teşvik edermiş: “Yürü daima yürü, durmak geri tekâmüldür, ölüm bile seni yürürken yakalasın.” Nuri Pakdil de Müslümanın ayaklarına “Kudüs gücü” ister. Mehmet Zeki Kuşoğlu hezarfen, kıymetli bir sanatkârımız. Kısa ve anlamlı özdeyişleri var: Onlardan biri şöyle: “Mensubiyet mesuliyet ister.” Mensup olduğumuz büyük medeniyetin sorumluluğunu duyuyor, bunun için çalışıyor muyuz?
İstanbul Fatihi Sultan Mehmed’in muazzam sözü şudur: “Hüner bir şehri âbâd etmektir.” Biz bugün acaba şehirlerimizi âbâd mı ediyoruz, yoksa berbat mı? Tarihî eserlerimiz, mesela camiler, köprüler, sebiller, çeşmeler, medreseler lâyık oldukları şekilde korunuyor mu? Yoksa onları kendi hâllerine mi bırakıyoruz? Vakıflar’ın ve bazı belediyelerin tarihî eserlerle ilgili çalışmalarını görmezlikten gelemeyiz. Hakikaten güzel hizmetler yapılıyor ama yeterli değil. Daha yapılacak pek çok hizmet, sahip çıkılacak bir hayli ecdad yadigârı eser var.
Başta Cumhurbaşkanımız olmak üzere pek çok kişi ve kurum ‘dikey mimari’yi eleştiriyor ve artık ‘yatay mimari’ye geçilmesi gerektiğini belirtiyor. Peki bu söz hayat buluyor mu? Ne yazık ki hayır! İnsanoğlu çok hırslı. “Bir arsadan 30 daire çıkarmak varken niçin 15 ile yetineyim.” diye düşünüyor. Şehrin mimarisi mahvolmuş, silueti bozulmuş umurunda mı? Hâlbuki kanaat büyük zenginliktir. Allah herkese gönül ferahlığı ve ufuk genişliği nasip etsin.
Bir şeyin tamamı olmasa bile bir kısmı kurtarılabilir. Meselâ İstanbul, Bursa, Edirne, Konya, Kayseri, Trabzon ve Manisa gibi şehirlerimiz âdeta birer açık hava müzesi. Diğer şehirlerimiz de... Nasıl korunacaklar? Uzun zamandır düşündüğüm bir husus var. Acaba bunu gerçekleştirmek çok mu zor? Meselâ bir kahraman milletvekilimiz çıksa da şöyle bir kanun teklifi verse: “Hiç bir tarihî eserin yanında veya civarında çok yüksek bina yapılamaz. Yapıldığı takdirde bu yapılar derhal yıkılır.” Kanaatimce böyle hayırlı bir teklif, meclisten rahatlıkla geçer, sahibini ömür boyu ve vefatından sonra da hayırla hatırlatır. O zaman ecdadımızın bize bıraktığı manevi mirasa gerçek sevgimizi göstermiş oluruz.
Biliyorum ki meclisimizde “gayret kemeri”ni kuşanmış cevval, kahraman mebuslarımız vardır. Davet onlara: Tarih aşkına ve ecdad hürmetine, ha gayret!..