Güz ve değişim
Güz geldi. Güneş artık daha uzaktan, matlaşmış bir yüzle bakıyor. Gökyüzü eskisi kadar mavi değil, araya birkaç sevimsiz beyaz ilişmiş, her zerresinden yaşam sevinci akan o maviliğin yoğunluğunu almış. Güneş artık eski tadında değil. Ağaçlar canlılığını, gölgeler derinliğini kaybediyor. Dallarda yorgunluk belirtisi var. Her gün birkaç yaprak kendiliğinden yere düşüyor ve dallar, o incecik çubuklar bunu engelleyemiyor. Gövdeler aynı kalacak ama yapraklar sararacak, solacak, kuruyacak, rüzgarın önünde savrulup gidecek. Rüzgarın, evet, kurumuş yaprakları önüne katıp götürmesi, gövdenin dibindeki çekirdeğe gücünün yetmemesi ne tuhaf? Rüzgar da biliyor belki yeri değişecek olanla değişmeyecek olanı? Rüzgar da biliyor belki değişmesi gerekenle yerinde kalacak olanı?
Her şeyin bir güzü var, insanın da… Savrulmayan ne var ki şu hayatta? Hareket yerini gerçekleştiremeye, gerçekleştirme yerini değer üretmeye, değerler yerini sararıp solmaya bırakınca insan da güz çocuğu, güz yaprağı, güz tozu oluveriyor. Hangi yaprak koptuğu dalı hatırlamaz ki? Hangi sarı yeşili, hangi turuncu maviyi?.. Ve elbette ruh güneşi uzaktan bakar solgun tene. Ve elbette bilinç koşmayı bırakır, hatıraları kanatlandırır, dizler hevesleri kanatır. İnsanın güzü pürüzsüz bir yüzün ortasına, sağına soluna konan küçük, kahverengi lekeler midir? İnsanın güzü koşturmayan ayaklar, ileriye usulca atılan adımlar mıdır? İnsanın güzü yarım kalan hayaller, artık gerçekleşmeyecek umutlar, geri gelmeyecek sabahlar mıdır? Kahkahanın yerini tebessüme, tebessümün yerini acı bir dudak ısırığına bırakması mıdır insanın güzü? Ve değişen nedir insanda, yerinde kalan ne? Ve giden nedir insandan, gelip yerleşen ne? Çocuktum ufacıktım, kederli bir yolculuğa çıktım…
Değerlerin de güzü vardır elbet. Onlar da bizim gibi. Doğdular, dolaştılar, yoruldular, şimdi kendilerini başka diyarlara götürecek rüzgarları bekliyorlar. Sevginin, aşkın, umudun, özlemin, beklemenin, kavuşmanın rüzgarı çoktan başladı esmeye ve o dallardan o harika dal uçlarından, önce meyveler düştü, sonra yapraklar. Duyguların vadisi baştanbaşa önce sarıya, sonra turuncuya boyanacak. Kavramlar tedavülden kalktıkça işaret ettiği duygular da paslanıyor. Yürek tazeliğini yitirince kelimeler dudaklarla dans etmeyi bırakıyor. Yıldızların katına çıksa bile yere düşen yaprak bir daha koptuğu dala tutunamıyor. Gölgesini yitirmiş ağaca hangi ışık fayda eder?
Rüzgar esmeli ama yaprağı düşürecek kadar, kökü yerinden sökecek kadar değil. Güneş gitmeli ama teni üşütecek kadar, donduracak kadar değil. Mavi gitmeli ama turuncuya dönecek kadar, katrana saplayacak kadar değil. Aşk gitmeli ama sevgiyi yerine bırakacak kadar, nefreti çağıracak kadar değil. Güz gitmeli ama baharı çağıracak kadar, kışa mahkum edecek kadar değil. Değişim olmalı ama nefes aldıracak kadar, nefessiz bırakacak kadar değil. Budamak ile boynunu vurmak arasındaki fark ölümle hayat arasındaki kadar keskindir.
Yel yerini rüzgara, rüzgar yerini kasırgaya bıraktığında ne mevsim kalıyor ne güz ne insan ne değer. Su ritmini artırdığında ne tohum kalıyor ne fidan kalıyor ne gövde ne dal ne meyve. Güneş kızgın bir ateşe döndüğünde ne ışık kalıyor ne esenlik ne renk. Zaman ritmini artırdığında ne çocukluk kalıyor ne gençlik ne yaşlılık. Çıkarlar gürlediğinde ne merhamet kalıyor ne vicdan ne iyilik ne hak ne adalet.
Değişim, değişmesi gerekene yapılan müdahaledir, kalması gerekeni, kalıcı olanı katletmek değildir. Baharı inkar eden güz uzak olsun bizden. Ağaç tohum bırakıyor güzün avuçlarına, bahar gelsin diye. Güneş yıldızlara emanet ediyor ışığını, zaman hafızayı çağırıyor imdadına şimdiye güvenmediği için. Aşkı, sevgiyi, merhameti, iyiliği elimizden alanların, alaşağı edenlerin geride bıraktığı nedir? Hatıralarımızı çalanların bize bir borcu var, geleceğimizi çarçur edenlerin, değerlerimizi çöpe atanların bize?.. Ve elbette bahar kisvesiyle gelen güzleri sevmiyoruz. Sevmiyoruz aşkın altında yatan nefretleri, merhametin gerisine sinen sinsi öç alma arzularını. Ve biliyoruz, elbette biliyoruz, yere düşmeden yeşermeyeceğini tohumun, batmadan doğamayacağını günün, düşmeden kalkamayacağını insanın.
Hangi yel hangi teni incitebilir ki? Gövdeyi köküyle söküp alan rüzgarlardan korkmalı. Işığı kocaman dudaklarıyla soğuran karanlıklardan… Deveyi hamuduyla götüren haramilerden korkmalı. Kibriyle tevazuyu un ufak edenlerden... Bir güz nedir ki yoksa insanı yüzüne gücendirmekten başka? Bir güz nedir bir insan için kederli, kırgın, gücenik bir yolculuğa çıkarmaktan başka?