GÜNEŞİ UYANDIRMAK
Buralara düşmüşsek, bu dünyaya, bu alçaktaki bahçeye; "derde" düşmüşüzdür. Yüksek bir huzurdan. Bir derdin, zorluğun, zahmetin, hüznün, acının, kaygının; bir imtihanın içine. Bir yükün, yükümlülüğün, sorumluluğun içine...Düştük. ("Fi kebed"(90/4))
Gerçek şu ki, biz insanı acı, sıkıntı ve imtihan ile yüklü bir hayata gönderdik." (90/4)
Evrensel hayat güftemiz "ınga" bin bir çeşit besteyle bu bilincin ilk korosu gibi duruyor... Hepimizin ilk elden bestelediği ve birbirine müjdelediği o ağıt. Neşeli günler, hayatlar yaşamış bile olsak yalnız gelmiş ve bir gün illa, yine yalnız gidecek olmak, o fanilik tadı düşünüldüğünde yaşamın topyekun bir gurbet ağıdı olduğu söylenebilir. Yükseklerdeki meçhul bahçeden, aşağı bahçeye düştük. Kim bilir bahçenin değil, insanın alçalması/dır söz konusu olan. Kim bilir hala "düşüyoruz"dur.
Fakat işte tenden üstlüğümüzü alıp da çıkınca bir hışımla u2013 çarparak kapıları- cennetten, erginlikten ergenliğe... Memleketimizden gurbete düştük. İnsanın aslen nereli olduğunu merak edenler için. Aslen cennetli'yiz. Hem de hepimiz. O yüzden hep huzuru arıyoruz. Barışı ve esenliği...
Karnımız öğünlerce aç/lıktır artık. Kucağımız, bağrımız... Ayaklarımız yollarca adım. Gözümüz bakar- kör, dilimiz çözülür ya da lal. Çenemiz düşer. Susayan, acıkan, isteyen, gülmekten çok ağlayan, sıkılan, yorulan, hasta olan kısacası ölünceye kadar derdi, zahmeti bitmeyen bir kalıp...İçinde bir de kaçak yolcusu var. Kalbi...
Kap kacağın içinde gayb olmuş ruhumuz, hangi kabın içinde ne kadar varız, hepsi kalp kacağımızda mı birikecek, akışkan ruhumuzu kaplayan bu kabın darası ne kadar, kendi ne yapar, ne eder? İşte bunlar hepsi birer dert mevzuu.
Ne olursa olsun sorumluluğa, meşgaleye, işe-güce, gündelik telaşa, geçmişin bir türlü geçmeyen hatırasına, yarın kaygısına, beden ve ruhun temel muhtaçlıklarına veya lükslerine yetişmek, hepsinden önce ve hepsiyle birlikte insan olmak ve kalmak derdine düştük. Dünya derttir. Yaşamak zahmet. Bunu hep söyleriz ve aslında geçimsizizdir dünyayla.
Bütün zamanlarda "geçim" başlı başına bir derttir...Hele hakça paylaşımın olmadığı çağlarda. Dünya telaşı bedelidir. Düşünmek için sakin bir an kalmaz. "Nerden ve nereye böyle?" diyemediğimiz günler ve geceler geçer. Ruhumuzla iyice yabancılaşırız.
Her şeye rağmen yaşamayı seviyoruz. Demek ki biz derdi/mizi seviyoruz. Üstelik bir cennetten, bir başka cennete düşmüş gibiyiz. Hele ki Anadolu ve üstüne üstlük İstanbul'un olduğu bir coğrafyaya...Dünyanın derdini huzura dönüştürmeyi öğretebiliriz, dünyaya...
"Dem bu demdir dem bu dem./An bu andır. Başka an yoktur." Sözünü çokça tekrar etmemiz, ömrün, an'ların değerini çokça unuttuğumuzu gösteriyor. Biliyoruz ki günümüzü gün etmemiz, yarınımızı da yarın etmemize denk düşüyor. Yarınımızın bizi sahiplenmesi, bugüne sahip çıkmaktan geçiyor. Eğer istersek yarınımızı kendimiz kurabiliriz. Geleceğimiz; şimdi'nin içinden geçerek geliyor. Vaktin oğlu, kızı, insanı olmanın içinden. Dahası vaktin anası, babası olmak, hakim güçlerin, başkalarının, olayların, haberlerin, güncelin tanımladığı değil, onları tanımlayan, yaşadığımız mekanı kuran ve zamanı, tarihi yönlendiren insanlar olabilmekten...
Kadim kavramlardan "İbnü'l vakt" (vaktin oğlu); "Ebülvakt"(vaktin babası) kavramlarını biliriz. İlki olaylara göre hayatımızı belirleyen bir edilgenliği yansıtırken, ikincisi olayları belirleme gücüne erişen, etkinliğe karşılık gelir. Birinde vakit bizi belirlerken, saat bizi kurar, takvim bizi koparıp atarken, diğerinde biz vakti belirleyen, alarmı uyandıranızdır. Güneşten erken davranıp, güneşi güne kaldıran. Takvimi bırakın koparmayı ve okumayı, bizzat yazanızdır. Ömrümüze kendi takvimimizi asanızdır.
İnsanlık tarihi içinde hassaten kendi tarihimiz, soframızı kurduğumuz coğrafyamızı hesaba kattığımızda ise daha kutlu bir derde düşmüş olduğumuzu -açık ve net- görürüz. Güç dengelerinin "biz olmamız"dan duydukları huzursuzluklar ve haksız kalkışmalar, savaşlar, merhametimize akın eden göçler, cömertliğimizi sevindiren mülteciler, buna rağmen -daha bir kaç gün evveline kadar- maruz bırakıldığımız yalnızlıklar ve üstüne üstlük art ardına terör saldırıları yaşıyoruz. Bütün bunlarla Anadolu halkının "ibnü'l vakt" olmayı geçtiği, süper emrivakilere 'itaatkarlık' rolünü terk ederek "ebu'l vakt" olmayı seçtiği; artık zamanın önderi olmaya niyet ettiğini gösterdiği günleri idrak ediyoruz... Düştüğümüz bu güzelim arzda, denizlerde yüzen bu yarım adada, varsa eğer, her birimizin tam "üç gün"'ü var. Özümüzü dört açıp vakte sarılabilirsek...
Zor ve güzel bir bahçeye; Anadolu'ya düşmüşüz. Düştüğümüze değsin. Değdiğimize çıksın. Canımıza, an'ımıza değecek ömürler olsun.
Kaderde insan olmak ve kalmak olduğu kadar, Anadolu insanı olmak ve kalmak ta olsun...