Günahları saymak
İster medya ve sosyal medya, isterse televizyon ve gündelik hayattaki
tartışmalar olsun, tarafların negatifte eşitlenmeleri en belirgin unsur gibi
görünmektedir. Tartışmalara katılanlar ortaya koydukları söylemler itibarıyla
bir diğerinden pozitif bir şekilde farklılaşmamaktadır. Böyle olunca ortaya
çıkan manzara, herkesin bir diğerinin günahını saymak şeklinde tezahür
etmektedir.
Müslüman toplumlar inançları itibarıyla kendilerini haklı ve merkezde
görmekle birlikte, ortadaki gerçekliklerden birisi de, yarıştan koptukları 13.
Yüzyıldan itibaren özelde Batı düşüncesinin ortaya koyduğu müktesebatı da
değerlendirerek insanlığa somut bir öneri sunmamış olduklarıdır. Takınmış
oldukları bu mutlaklık tavrı, kamuoyunda kendilerini tartışarak argüman
geliştirme durumundan uzaklaştırmaktadır. Halbuki çoğulculuğun temel gerekçesi,
hiçbir ideoloji, din ve felsefi görüşün kendisini diğerlerinin nezdinde
kendisine referans yapmadan ortak bilgi ve aklın kategorileri ile ifade
edememiş olmasıdır.
Temel sorun; Türkiye’de farklı din, düşünce ve ideolojilere müntesip
insanlar tarihsel süreç içerisinde ister siyaset isterse kültür, toplum ve
entelektüel düzlemde birbirlerinin günahlarını sayarak kendilerini rahatlatmaya
çalışmaktadırlar. Söz gelimi; sol kesimden birisi İslamcılara eleştiriler
getirse, hemen İslamcılar da solcuların geçmişte yaptıkları yanlışları
sırlamaya başlarlar. Bu tavırlar yıllardan beri değişmediği için, sorunlarımızı
nasıl çözeceğimize dair sarahatli öneriler ortaya çıkmıyor.
Bugün için en asli ihtiyacımız, sorunlarımızı çözmek üzere ciddi ve
bilimsel tartışmalar yapmaktır. Bu arada her bir farklı ideoloji, din ve
felsefi görüş mensuplarının kendi referansları doğrultusunda öneriler
getirmeleri; ancak bunların her halükarda ciddi tartışılmaları esas olacaktır.
Söz gelimi; üniversiteler evrensel kurumlar olarak bu işlevi en ağırlıklı
biçimde yerine getirmek üzere konumlandırılmalıdır.
Burada üzerinde durulması gereken unsurlardan birisi de, artık Batı’dan
ya da Doğu’dan aktarmacılıkları bırakarak, üzerinde durduğumuz “yer”den
başlayarak sorun odaklı çalışmalar esas olmalıdır. Fakat bunlar yüzeysel olarak
konuşulup bırakılmaktan ziyade, felsefi temellerine kadar inen tartışmalarla
yürütülmelidir. Bunlar yapılamadığı için çok boyutlu sorunlarımızı “havanda su
döver” gibi tekrar edip durmaktayız.
Bunların aşılabilmesi açısından şu problemlerin bilinçli farkındalıkları
gerekmektedir. İlkin, insanlar farklı dünya görüşlerine sahiptirler. Dünya
görüşleri insan ve dünyaya farklı perspektifle baktıklarından, inanç, düşünce,
teori ve bazı pratiklerinden farklılaşırlar. Herkes bir diğerini kendisine
yaklaştırmak ve benzetmek yerine diğerinin önerilerini bir imkan olarak
görebilmeli ve kişiselleştirmeden “düşünsel” tartışmalar yapabilmelidirler.
Ancak dikkat edilirse farklı mecralarda, insanlar farklılıkları için
birbirlerine suçlamalar yöneltmektedirler. Sosyal medyada kimileri neredeyse
sanki kendilerinin hiç hatası yokmuş gibi diğerlerinin günahlarını saymayı
görev addetmiş görünmektedirler. Dolayısıyla özgürce bir şeye inanmak sizin
hakkınızsa, bir başkasının da hakkıdır.
İkincisi, ister diğer dünya insanları, toplumları ve ülkeleri ile gerekse
kendi toplumumuzda “suçlayıcı dil”in hakimiyeti, bir yandan hamaset ve sofistçe
retoriği öne çıkarırken, diğer yandan sorunlar üzerinde sahici tartışma ve
üretimlerin önüne geçmektedir. Özellikle bu coğrafyanın çektiği acılar, hamaset
ve retoriğin merkezileşmesini de olabildiğince kolaylaştırmaktadır.
İşin gerçeği sorunlarımızı sahici bir şekilde tartışıp halletmek yerine, hataları
sayıp dökme tavrı, total bir kalite kaybı olarak toplumun tamamına geri
dönmektedir. Tam da bu sebeple Türkiye’yi bir bütün olarak düşünüp, ciddi
teorik ve bilimsel tartışmalar üretilmesi toplumun önceliğidir.