Gülünç bir "ınga"
Hayat bir düşüş
değildir. Sembolik bir düşüşle başladı evet. Baş aşağı… Inga; insan doğdum ama
olamayacağım gizli sözü olan bir besteyle. Bir atık, bir fırlatma, dünya
sokağına, avlusuna bırakılma imiş gibiydi ilkin. Lakin yine de istisna
haricinde her birimiz kundak kayıklar içinde pak ve hususi süt ırmaklarına
bırakıldık.
Hayatın kendisi miraç.
Kariyer dünyanın tek çıkışı gibi algılansa da içinde -tamam, eyvallah- işin,
gücün, hayatın neredeyse diğer yarısını da etkileyecek derecede yarısı anlamına
gelen mesleğin, kariyerin de bulunduğu bir çıkışın yanısıra, belki ondan da
önce ruhsal çıkışlarımıza açık basamaklarla dolu. Hemen başımızın üstü veya
yerin en dibine doğru düşüyormuş gibi de olsa basamaklarla, aşamalarla,
geçişlerle, iniş ve çıkışlarla dolu bir hayat üretiyoruz.
Göğe sayısız
merdivenler dayalı. Basamaklı. Aşamalı. Aşkın...
İnsanın, senin benim düşmemiz
bile çıkışın, yükselişin geriden gelen hızından ibaret...
Hıza kasis gibi. Bazen
büyük düşüşler yaşanıyor, ilkeler tuz buz… Bazen düşmek çıkmanın öğretmeni
oluyor. Baş öğretmen olma değerinde derin düşüşler o hayatın dönemeci, miladı
olabiliyor. Düşmeden önce düştükten sonra oluyor hayat.
Hayat aynı
zamanda içinde bir göç barındırıyor. Bir taşınma hali.
Belki kendi
içinde, belki aynı beden ve aynı mekan içinde. Hoşnut olmadığın kendinden,
hoşnut olacağın kendine doğru göç... Kötü kendinden, iyi kendine. Kötü
yanlarından, iyi yanlarına. Ya da tam tersi. Çok iyi biriydin de değiştin. Eski
sen değilsin. Eskisi gibi merhametli, tebessümlü değilsin de suratsızın teki
olup çıktın.
Belki adı
kimi zaman "Hicret" olacak değerde göçlere de kalkıştın. Güçlü bir
amaç, mesela yakaladığın en iyiyi yaşayabilmek amacıyla yeni bir mekân seçmek,
orada yeni bir hayat başlatmayı...
Yukarı çık
veya aşağı in’in, çıkmak ve düşmenin yanında başka bir hareket de var
hayatımızda. Hep biraz göçebe olan bir yerleşme hareketini de andırıyor
bütünüyle hayatımız. Göçerek konma manevrasından ibaretmiş gibi sanki.
Çoğumuz
doğduğu memlekette hükmen öldü ve daha başka memleketlere doğmaya devam etti.
Bir sebep onu aldı taşıdı bir başka sonuca… Namaz saatleri bazen az bazen çok
fark attı, değişti durdu. Terleyip uyuyakaldığı veya ürperip üşüdüğü farklı
sabahlar, farklı başlangıçlar yaptı durdu. Alıştı alışamadı. Dönmedi, geri
döndü. Hiç kıpırdamadı fakat kendi içinde kıpır kıpır zihni, düşünceleri,
duygulanma durumları, romantizmi değişti, gelişti, güzelleşti. Ya da
başlangıçtaki samimiyetlerini terk etti, amatörken ki samimiyeti ile alay
edecek derecede sözüm ona profesyonelliğe göç etti de mesela “Akıl, mantık
çerçevesinde hareket edersek…” diye başlayan tavırlar edindi. Dengelemesi iyidi
de o bu defa da fazla akıllı olayım derken akılcı, mantıkçı olup çıktı. Başka
bir dengesizliğe, ifratla tefrit arasında inilmez bir salıncağa salladı
kendisini. Kalbini küstürdüğü alışkanlıklar edindirdi ona dünya. Öyle söylüyor.
Dünyaya atıyor suçu. Başka insanlar hep suçlu ona göre. Kötüler, sürüler,
duyarsızlar, yozlaşmışlar.
Sonra bir de
aynı dünyada farklı bir dünya görüşü edindi. “Adı din veya bir ideoloji olsa ne
olur olmasa ne olur” cinsinden karmaşık ve ne idüğü belirsiz bir sentez,
küresel olduğu kesin ama belli belirsiz yerel izleri de olan, modern olduğu
kesin ama işte az, pek az klasik olan bir tarz geliştirdi. Böyle,
tanımlayamadığı bir kültüre göç ettiğini o da fark etmedi. Dünya sokağına hangi
şehir ve hatta köyde çıksa herkesle o kadar aynı veya herkes onunla o kadar
aynı idi ki, bir ara -herkesin kendisini mi taklit ettiği ve böylece alay mı
ettiklerini- bile düşünebilirdi. Ya da o herkesi neredeyse bire bir, tıpkısı ve
aynısıyla taklit eder hale gelmiş gibi hissetti. Aynılığa göç etti.
Özgünlüklerini bir bir terk ederek…
Bir ara
seyahat sırasında arkasında dünyayı bıraktığını sandığı yüksek bir tepede –
muhtemelen Toroslar’dı- kendi kendine sayıkladığı bir zikr dolaştı
dudaklarında:
Mukim,
sabit, sağlam bir karaktere memleketlik yaptı mı şu bir damla ten, bir karış
toprak? Şu alında dalgalanan şey onur mu? Ha konduk, ha göçüyoruz bin-bir
an'da.a