Dolar (USD)
35.18
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2966.40
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
17 Temmuz 2024

​Güdümlü bürokratizm

Güdümlü bürokratizm de güdümcü bürokratizm kadar kötüdür. İşin aslı hayat bir denge üzerinde varlığını sürdürüyor ve ifrat ile tefrite yönelen bütün sistemler hayatiyetini yitiriyor. Belki de onca yıllık Batılılaşma serüvenimizin bizi getirip bıraktığı yerdeki anomalinin başlıca sebebi budur. Açlığın, yoksulluğun, sefaletin, sefahatin, ayrımcılığın, nepotizmin, adaletsizlik ve eşitsizliğin, sömürülmenin tarihi yeni değil. Her toplumda az çok kötülüğün de iyiliğin de nüvesi mayalanmaya hazır bekler. Bunlardan hangisi öne çıkarsa diğeri geri çekilmek zorunda kalır. Adalet güçlendikçe adaletsizlik, zenginlik arttıkça yoksulluk, refah görünür oldukça sefalet geri çekilmek zorunda kalır. Tıpkı bilginin ışığı parıldadıkça cehalet karanlığının hızla uzaklaşmaya başlaması gibi. Ez cümle, güdümlü bürokratizm de güdümcü bürokratizm de yaraya merhem olucu değil. Aşırılıklardan hayat doğsaydı Mars’ta hayat olurdu.

Görüldüğü kadarıyla Türkiye’de siyaset ile bürokrasi arasındaki uyum hiçbir zaman tam anlamıyla gerçekleşmedi. Dolayısıyla toplum belli münavebelerle ya güdümlü bürokratizmin veya güdümcü bürokratizmin çarkları arasında öğütüldü durdu. Belki de yetişmiş, kalifiye ve bireyden topluma yayılan bir kültür olgunlaşmasının gerçekleşmemesindeki en büyük etkenlerden biri budur. Biz vur deyince öldüren bir toplumuz. Uçlara yatkınlığımız su götürmez. Varılan noktada siyasetin güçlü dönemlerinde bürokrasiyi hegemonyası altına aldığı süreçlerde özünü yitiren biçimlerden, bürokrasinin kendini merkeze alarak siyaseti parmağında oynatıp her türden yaratıcılığı teknik mertebeye irca ederek oluşturduğu biçimsiz özden en büyük zararı halkın geniş kesimleri gördü. Burada yapılması gereken ve müreffeh toplumların da yaptığı şey, bu ikisi arasındaki dengeyi gözetmek ve hayatın gramerine uygun biçimde bir “intibak”, bir “teori-pratik” uyumu gözetmektir.

Türkiye’de teori ile pratiğin birbiriyle uyuşmadığı, güdümcü bürokrasinin hınçla güdümlü bürokrasiye evrildiği konuların başında “eğitim”, özelde ise üniversiteler geliyor. Başlangıcı ve merkezi konumu eğitim olsa da Tanzimat’tan beri birkaç küçük dönem bir tarafa bırakılırsa en başarısız olduğumuz alandır eğitim. İkinci Abdülhamit’in 1880’lerin başından 1908’e kadarki okullaşma süreçleri ile Cumhuriyet’in kuruluşundan İkinci Dünya Savaşı’na kadarki eğitim seferberliği dışındaki bütün süreçler sadece durumu idare etmekten ibaret ve ya dostlar alışverişte görsün veya idare-i maslahat kabilinden günah savmaya dairdir. Buna 2000’lerin başından bugüne kadarki süreç de dahildir. Bu süreçte güdümcü bürokrasi alaşağı edilerek onun yerine güdümlü bürokrasi kurulmuş ve her gelen bakan (veya YÖK başkanı) eğitimi siyasetin uzantısı olarak kurgulamış veya kurgulamak zorunda kalmıştır. Vaziyet ortada: Bugün ne doğru dürüst bir ilk-orta öğretim ne de yüksek öğretim var. Nereye elinizi atsanız elinizden kaymakla kalmıyor, düşüp paramparça oluyor.

Öteki alanlar bir tarafa bırakılırsa eğitimin güdümcü bürokrasiden güdülmü bürokrasiye evrilmesinin üniversitelerdeki yansıması işsizlik rakkamlarını düşürmek, sokaktaki insanı kampüs içine dahil etmek, sözüm ona gençleri ehlileştirilmiş bilgiyle buluşturmak amacıyla birbiri ardına açılan üniversiteler olmuştur. Bırakın on beş yirmi bin nüfuslu küçücük kentleri, ilçelere bile üniversiteler açılmış, öğretim üyesi kalitesi, sayısı, fiziksel altyapı, şehirlerin sosyolojik görünümü ve öğrenci profili gözetilmeden sayıları pırtrak gibi çoğaltılmıştır. Özellikle profili düşük üniversitelerdeki öğretim üyesi açığını gidermek için akademik süreçler kısaltılmış, niteliğin yok edilmesi pahasına nitelikten taviz verilmiştir. Birkaç on yıl içinde üniversite mezunu sayısı katlanarak artırılmış, bu kez de mezunların istihdam sorunlarıyla yüz yüze gelinmiştir. Hiçbir planlama yapılmadan, sadece siyasal-sosyolojik gerekçelerle açılan üniversiteler her bakımdan yük olmaya başlayınca da uygun bir tedavi, sürece yayılmış bir taksonomi yerine radikal bir cerrahi müdahaleye maruz bırakılmıştır.

Şimdilerde, yapılan hatayı telafi etmek ve üstesinden gelinmesi neredeyse imkansız sorunları ortadan kaldırmak için YÖK hem bazı programları kapatıyor, yenilerini açmaya gayret gösteriyor hem ikinci öğretimleri devre dışı bırakıyor hem de mevcut öğrenci sayılarında daralmaya gidiyor. Bu icraatlar şeklen doğru olsa bile bu radikal müdahalenin, bu keskin neşterin, bu kanserleşen organları kesip biçmenin olası maliyetleri hesap edilmiyor. Yüz yetmiş küsur yıllık Batılılaşma serüveninde yapıldığı gibi yine plansız, programsız, bazı nesillerin kaybedilmesi pahasına bir icraata imza atılıyor. Evet, ikinci öğretimler kapatılmalıydı, bu artık kaçınılmazdı ama bir seferde ve tamamen kapatılacak biçimde mi yapılmalıydı yoksa belli süreçlere yayılarak mı gerçekleştirilmeliydi? Tam da öğrencilerin istikbale yönelik sonuçlarını stresle bekledikleri bir anda, tam da hesap kitap yaptıkları bir zaman diliminde olacak şey midir bu? Oyunun kuralları oyun başlamadan önce belirlenmeli değil midir? Devlet ile kabileyi birbirinden ayıran keskin çizgi burası değil midir? Madem kontenjanlar daraltılacak, ikinci öğretimler kapatılacak neden ÖSYM sınavından önce, hatta dönem başında açıklanmadı da şimdi, sınavın açıklanmasına birkaç gün kala açıklandı? Bunun devlete, bürokrasiye, topluma ne gibi bir faydası var? Fiziksel bir ameliyatta bile hasta hazırlanır, operasyon ekipmanı uygun hale getirilir, bir zamanlama yapılırken böylesi büyük bir toplumsal müdahalede neden bunlar düşünülmez? Geleceğine karar verme aşamasındaki gençler ameliyat masasındaki hastadan daha mı kıymetsizdir? Ben yaptım, oldu demek hiçbir zaman, hiç kimseye, hiçbir bir şey kazandırmadı, kazandırmaz. Ne geçmişte ne şimdi ne de gelecekte…