Göz bağı ve sinema
Sözün kıymetinin düşürüldüğü, edebiyatın gereksiz uzatılan sözler yığını gibi algılandığı, kitaplara ayrılacak “zamanın olmadığı”, kitapların yüzüne bakılmadığı bir zamanda rastlaştık sinemayla. Önceleri de bu aynı koca semtte ikamet ediyorduk. Fakat özellikle ben onunla rastlaşmamaya büyük özen gösteriyordum. Eleştirel bakışına inandığım yeter sayıdaki dostlarımdan tavsiye almadıktan sonra kesinlikle bir filmin başına oturmuyordum. Hoş şimdi de hakkında bir şeyler söyleyebilmek adına izliyorum çoğunu. Bu taşın içinde pirinci ayıklamaya benziyor ve biraz kendime uyguladığım yeni zulüm. Fakat has olanı bulmak ve o üretimin hakkını vermek bakımından ne iyi…
(Birden
aklıma; ille de hikmet arayışı hatırına didik didik ettiğim büyük ciltli
kitapların birinin, bir buçuk sayfalık metni okuyup bitirdikten sonra “bu
rivayet zayıf bir rivayettir” diye beni ve gözlerimi o yorgun ve yoğun
okumalarla yapayalnız bırakışı ve hakikaten gereksiz cümle yığınlarıyla dolu
koca koca kitaplar geldi. Cüsseleri nedeniyle kült, özü ve üretkenliği
ezmelerine ve bıraktıkları enkaza bakılırsa mült (kült değil anlamında,
klavyeme öyle geldi) olan kitaplar…)
Uzun
yıllar sinemadan uzakken, kendimi ekrana bakarken o kadar süre tutamam
diyordum. Hakikaten de daha önemli işlerim vardı. Okumak ve düşünmek gibi… Hala
var. Fakat bu artık sinemanın bende önemsiz bir yere sahip olması anlamına
gelmiyor. Sinemaya rağmen, sinemayı okumak ve onun düşündürdüğünü düşünmek te
okuma biçimlerimiz arasına girdi. Kimilerince bunun tek okuma seçeneği ve
biçimi yapılması ve abartılması da komik. Biz zaten seyretmenin okuma biçimi
olmasına tabiatı, olayları, daha soyut anlamda iç seyre karşılık gelen olguları
seyrederken çoktan alışmış olmalıydık.
Her
seyre ille bir iç görü, bir ibret bakışı, bu ariflikle bakışı ekledik. Adeta
bakışımızı ve bakış açımızı gezdirdik. Temaşa, hoşlukla seyre dönüştürdük bütün
yürüyüşleri… Bu bizim hayat geleneğimizdi. Sadece ekranın yapaylığı ve
çerçeveli olması şahsen benim ona biraz daha şerhli bakmamı sağlıyordu, o
kadar. Çerçeveyi, yeniden kurulmuş olmayı, kurmacayı ve dolayısıyla onun
öznelliğinin bana önerdiği yeni yorumu sakıncalı izliyordum. Çünkü bir öykünün
öykü hali, edebi sunumu etkilemede daha masum ve adildir. Bütün duyularınızla o
etkilenime maruz kalmazsınız.
Fakat
aynı öykünün sinematografik sunumu sizi-bizi… -uzatmaya gerek yok- resmen maruz
bırakır. Çoğu zaman ekranın önünden -hop- sizi de o çerçeveye alır ve üretim
kalitesi oranında bir buçuk saat kadar özel ikna odasında ağırlar. Bir filmden
etkilenme oranınız yüksekse, kendinizi ya sinema salonunda ilk üçüncü sıranın
ortasında veya filmin ta içinde, size kahraman olarak sunulanın yüreğinin
ortasında geçirirsiniz o ikna saatlerini… Evinizde rahat koltuğunuzda
seyretseniz bile. Önceleri özellikle bu ve
bu yazıda sıralayamayacağım pek çok nedenle onunla neredeyse zıtlaşıyordum
evet.
Çünkü
insanın yüzünü alan her yapaylığı, her ekranı ve tabii ki sinemayı da aynı
zamanda insanların kitaplardan, okumaktan uzak duruşunun en büyük sebebi olarak
görüyordum. Göğün yerine ekranın gözlere çakıldığını düşünüyordum. Yıldızlı yaz
gecelerinin yerini starların, ışıltılı yapay eğlencelerin aldığını sanıyordum.
Yoksa
hala öyle mi sanmalıyım?
Belki
de hala öyle sanıyorum da politika yapıyorumdur. Ya da sinemanın abartıldığı
bir zaman diliminde yaşayan biri olarak takiyye yapıyorumdur. Bilemedim şimdi.
Sizinle yazı bitiminde veda edince içerime girer yeniden bir bakarım, son durum
nedir diye…
Veya
sinema masummuş, insan kaçıyormuş-kaçmış-kaçıyor okumaktan, anlamaktan mı
demeliyim?
Okuma
biçiminin sadece kitap okumak olmadığını öteden beri düşünürdük zaten. Bize
anlam telkin eden her şeyi anlamaya çalışmanın okumak olduğunu öğreten bir
kitabım vardı. Kitap kelimesinin anlamı buydu yüzyıllardır… O konuda sorun
yaşamıyordum. Ha belki de sinema kolay anlam arayışı yapmak isteyenler için
idealdi. Çünkü hangi kitapların resimli olduğunu ve insanın hangi aşamada
resimlendirilmemiş kitapları okuyamadığını hepimiz biliyoruz. (Tartışmaya açık
bir konu olduğu malum)
Bir
de şu var.
Zaman
ilerledikçe onca sözün nereye kaybolduğunu, neden bir yaşam olarak bize geri
dönmediğini, bizi neden ileri götüremediğini gördükçe kitaplar yazdığıma ve
yazacağıma pişman olsam mı dediğim günler, geceler yaşamaya başladım. Dönüp
edebiyata söylendim. Söylem edindim. Dedim ki; sadece düşünce, söz üretiyorsun
fakat yaşamaya, yapıp etmeye gelince susup kalıyorsun, sözün yaşama geçişinde
öz etkilenim konusunda maharetini gittikçe yitiriyorsun ve dünya çürüyor, sen
hala oturmuş burada konuşuyorsun diye kızmaya bile başladım. Fikir üreten
yanıyla edebiyat başını eğdi. Gözleri ıslaktı.
Fakat
ne mümkün…
İlham
denilen şeyi dilediğiniz oranda bir yerden satın alamıyorsunuz. Teknik anlamda
yazmanın üstünde durup ve yazılmışlardan beslene beslene “ille de yazacağum”
diyenler ve yazanlar, çizenler, atölye yazarları -hele İstanbul’da- sayısız
türeyedursun ilham alınmaz, verilir. O tanrısal vergi üzerine siz de teknik ve
felsefi donanımınızla bir girişirsiniz… Bu birleşmelerden essah kitaplar doğar.
İlhamın gökten akıp durduğu, yerden, kalabalık bir caddeden ya da vapurda seyir
halindeyken dalgalanıp durduğunu gördükçe kısa kısa yazmaya, sözü uzun görünce -aslandan
kaçar gibi- kaçanları ürkütmeyen kısalıkta yazmaya başladım. Sosyal medya
ortamı tam da bunun içindi. Twitter ortamında karakter sayılıydı. Diğer
ortamlarda karaktere veya karaktersizliğe bakılmasa da insanların okuma isteği
sınırlıydı. Böyle böyle bunca ilhamı, edebiyatı ne yapacağız derdinin iyice
beni yorduğu bir zamanda aynı semtte oturduğumuz fakat kolay kolay
selamlaşmadığımız sinema ile yüzleştim. Sinema ile teknik bilgi, felsefi alt
yapı okumaları ve alaylı malumatlar edindikçe iyice yakınlaştım.
Bu
temkinli yakınlaşmayı daha Türkçe olarak pek çok şekilde ifade etmek isterim. O
ifadelerden en hızlı biçimde dilimden fırlamak isteyenlerden biri şu: Sinema
yaşamak gibi…
Sinema
eyleme, edip eylemeye daha yakın. Bizim literatürümüzde salih amel/saf, duru,
iyi eylem imanın, yani yaşamsal ilkeler anlamında yalnızca Allah’a, Allah
ilkelerine güvenmenin dışa vurumudur. Yani kalpteki inanç kıpırtısının var mı
yok mu olduğu; ancak vücudunu kullanarak bir eylem yaptığında, yani bir zahmet
poponu kaldırıp edip eylediğinde ölçümlenir. Sanatlar içinde, bütün sanatları
da kucaklayabilen sinema bu anlamda eyleme daha yakın duruyor. Edip eylemeye bu
kadar yakın duran, yaşama dair anlamları adeta uygulamalı atölye gibi göstere
göstere hissettiren bir sanat olarak sinemayı bu açıdan da sevdiğim
söylenebilir.
Her
sanat kendince güzel ve gerekli olsa da içlerinden birinin binini de içine
alıp, yedinci sanat olurken yedisini de kucaklayarak yepyeni bir sanat olması,
onun diğer sanatlardan, onların da rızasını alarak üste çıkmış olmasının
anlaşılabilir olduğunu gösteriyor. Sinemanın sözü yalnızca diyalog olarak
değil, kendi görsel imkanları ile söylüyor olması, kendine ait bir dilinin
olması onu anlama tanıklıkta bir adım öne çıkarıyor. Bir şeyi pek çok açıdan
anlatabiliriz. Ancak “Görmek mi istiyorsun? Al sana!” meydan okumasını sanırım
bir tek sinema ile yapabiliyoruz. Halbuki yaşamın ta kendisi budur. Yaşanılan
şey aleme görücüye çıkmış, gözlere sunulmuştur. Fakat işte yaşama karşı körlük
yaparız. Gözlerimizi bağladığımız sıradanlaştırma, alışkanlık, duyarsızlık gibi
gaflet çaputu, göz bağları ile körebe oynar dururuz. İşte yaşamı tırnak içine,
ekran içine alıp da bir daha fakat özellikle o açıdan gösteren iyi sinemalar
hayata karşı gözlerimizi de açabilme kudretine sahip. Belki bu tip bir sinema
gözlerimizi bağlayan ekranların özrünü bu anlamda diliyor olabilir. Ne
dersiniz?