Dolar (USD)
35.18
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2966.40
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
20 Eylül 2022

Göz bağı ve sinema

Sözün kıymetinin düşürüldüğü, edebiyatın gereksiz uzatılan sözler yığını gibi algılandığı, kitaplara ayrılacak “zamanın olmadığı”, kitapların yüzüne bakılmadığı bir zamanda rastlaştık sinemayla. Önceleri de bu aynı koca semtte ikamet ediyorduk. Fakat özellikle ben onunla rastlaşmamaya büyük özen gösteriyordum. Eleştirel bakışına inandığım yeter sayıdaki dostlarımdan tavsiye almadıktan sonra kesinlikle bir filmin başına oturmuyordum. Hoş şimdi de hakkında bir şeyler söyleyebilmek adına izliyorum çoğunu. Bu taşın içinde pirinci ayıklamaya benziyor ve biraz kendime uyguladığım yeni zulüm. Fakat has olanı bulmak ve o üretimin hakkını vermek bakımından ne iyi…

(Birden aklıma; ille de hikmet arayışı hatırına didik didik ettiğim büyük ciltli kitapların birinin, bir buçuk sayfalık metni okuyup bitirdikten sonra “bu rivayet zayıf bir rivayettir” diye beni ve gözlerimi o yorgun ve yoğun okumalarla yapayalnız bırakışı ve hakikaten gereksiz cümle yığınlarıyla dolu koca koca kitaplar geldi. Cüsseleri nedeniyle kült, özü ve üretkenliği ezmelerine ve bıraktıkları enkaza bakılırsa mült (kült değil anlamında, klavyeme öyle geldi) olan kitaplar…)

Uzun yıllar sinemadan uzakken, kendimi ekrana bakarken o kadar süre tutamam diyordum. Hakikaten de daha önemli işlerim vardı. Okumak ve düşünmek gibi… Hala var. Fakat bu artık sinemanın bende önemsiz bir yere sahip olması anlamına gelmiyor. Sinemaya rağmen, sinemayı okumak ve onun düşündürdüğünü düşünmek te okuma biçimlerimiz arasına girdi. Kimilerince bunun tek okuma seçeneği ve biçimi yapılması ve abartılması da komik. Biz zaten seyretmenin okuma biçimi olmasına tabiatı, olayları, daha soyut anlamda iç seyre karşılık gelen olguları seyrederken çoktan alışmış olmalıydık.

Her seyre ille bir iç görü, bir ibret bakışı, bu ariflikle bakışı ekledik. Adeta bakışımızı ve bakış açımızı gezdirdik. Temaşa, hoşlukla seyre dönüştürdük bütün yürüyüşleri… Bu bizim hayat geleneğimizdi. Sadece ekranın yapaylığı ve çerçeveli olması şahsen benim ona biraz daha şerhli bakmamı sağlıyordu, o kadar. Çerçeveyi, yeniden kurulmuş olmayı, kurmacayı ve dolayısıyla onun öznelliğinin bana önerdiği yeni yorumu sakıncalı izliyordum. Çünkü bir öykünün öykü hali, edebi sunumu etkilemede daha masum ve adildir. Bütün duyularınızla o etkilenime maruz kalmazsınız.

Fakat aynı öykünün sinematografik sunumu sizi-bizi… -uzatmaya gerek yok- resmen maruz bırakır. Çoğu zaman ekranın önünden -hop- sizi de o çerçeveye alır ve üretim kalitesi oranında bir buçuk saat kadar özel ikna odasında ağırlar. Bir filmden etkilenme oranınız yüksekse, kendinizi ya sinema salonunda ilk üçüncü sıranın ortasında veya filmin ta içinde, size kahraman olarak sunulanın yüreğinin ortasında geçirirsiniz o ikna saatlerini… Evinizde rahat koltuğunuzda seyretseniz bile. Önceleri özellikle bu ve bu yazıda sıralayamayacağım pek çok nedenle onunla neredeyse zıtlaşıyordum evet.

Çünkü insanın yüzünü alan her yapaylığı, her ekranı ve tabii ki sinemayı da aynı zamanda insanların kitaplardan, okumaktan uzak duruşunun en büyük sebebi olarak görüyordum. Göğün yerine ekranın gözlere çakıldığını düşünüyordum. Yıldızlı yaz gecelerinin yerini starların, ışıltılı yapay eğlencelerin aldığını sanıyordum.

Yoksa hala öyle mi sanmalıyım?

Belki de hala öyle sanıyorum da politika yapıyorumdur. Ya da sinemanın abartıldığı bir zaman diliminde yaşayan biri olarak takiyye yapıyorumdur. Bilemedim şimdi. Sizinle yazı bitiminde veda edince içerime girer yeniden bir bakarım, son durum nedir diye…

Veya sinema masummuş, insan kaçıyormuş-kaçmış-kaçıyor okumaktan, anlamaktan mı demeliyim?

Okuma biçiminin sadece kitap okumak olmadığını öteden beri düşünürdük zaten. Bize anlam telkin eden her şeyi anlamaya çalışmanın okumak olduğunu öğreten bir kitabım vardı. Kitap kelimesinin anlamı buydu yüzyıllardır… O konuda sorun yaşamıyordum. Ha belki de sinema kolay anlam arayışı yapmak isteyenler için idealdi. Çünkü hangi kitapların resimli olduğunu ve insanın hangi aşamada resimlendirilmemiş kitapları okuyamadığını hepimiz biliyoruz. (Tartışmaya açık bir konu olduğu malum)

Bir de şu var.

Zaman ilerledikçe onca sözün nereye kaybolduğunu, neden bir yaşam olarak bize geri dönmediğini, bizi neden ileri götüremediğini gördükçe kitaplar yazdığıma ve yazacağıma pişman olsam mı dediğim günler, geceler yaşamaya başladım. Dönüp edebiyata söylendim. Söylem edindim. Dedim ki; sadece düşünce, söz üretiyorsun fakat yaşamaya, yapıp etmeye gelince susup kalıyorsun, sözün yaşama geçişinde öz etkilenim konusunda maharetini gittikçe yitiriyorsun ve dünya çürüyor, sen hala oturmuş burada konuşuyorsun diye kızmaya bile başladım. Fikir üreten yanıyla edebiyat başını eğdi. Gözleri ıslaktı.

Fakat ne mümkün…

İlham denilen şeyi dilediğiniz oranda bir yerden satın alamıyorsunuz. Teknik anlamda yazmanın üstünde durup ve yazılmışlardan beslene beslene “ille de yazacağum” diyenler ve yazanlar, çizenler, atölye yazarları -hele İstanbul’da- sayısız türeyedursun ilham alınmaz, verilir. O tanrısal vergi üzerine siz de teknik ve felsefi donanımınızla bir girişirsiniz… Bu birleşmelerden essah kitaplar doğar. İlhamın gökten akıp durduğu, yerden, kalabalık bir caddeden ya da vapurda seyir halindeyken dalgalanıp durduğunu gördükçe kısa kısa yazmaya, sözü uzun görünce -aslandan kaçar gibi- kaçanları ürkütmeyen kısalıkta yazmaya başladım. Sosyal medya ortamı tam da bunun içindi. Twitter ortamında karakter sayılıydı. Diğer ortamlarda karaktere veya karaktersizliğe bakılmasa da insanların okuma isteği sınırlıydı. Böyle böyle bunca ilhamı, edebiyatı ne yapacağız derdinin iyice beni yorduğu bir zamanda aynı semtte oturduğumuz fakat kolay kolay selamlaşmadığımız sinema ile yüzleştim. Sinema ile teknik bilgi, felsefi alt yapı okumaları ve alaylı malumatlar edindikçe iyice yakınlaştım.

Bu temkinli yakınlaşmayı daha Türkçe olarak pek çok şekilde ifade etmek isterim. O ifadelerden en hızlı biçimde dilimden fırlamak isteyenlerden biri şu: Sinema yaşamak gibi…

Sinema eyleme, edip eylemeye daha yakın. Bizim literatürümüzde salih amel/saf, duru, iyi eylem imanın, yani yaşamsal ilkeler anlamında yalnızca Allah’a, Allah ilkelerine güvenmenin dışa vurumudur. Yani kalpteki inanç kıpırtısının var mı yok mu olduğu; ancak vücudunu kullanarak bir eylem yaptığında, yani bir zahmet poponu kaldırıp edip eylediğinde ölçümlenir. Sanatlar içinde, bütün sanatları da kucaklayabilen sinema bu anlamda eyleme daha yakın duruyor. Edip eylemeye bu kadar yakın duran, yaşama dair anlamları adeta uygulamalı atölye gibi göstere göstere hissettiren bir sanat olarak sinemayı bu açıdan da sevdiğim söylenebilir.

Her sanat kendince güzel ve gerekli olsa da içlerinden birinin binini de içine alıp, yedinci sanat olurken yedisini de kucaklayarak yepyeni bir sanat olması, onun diğer sanatlardan, onların da rızasını alarak üste çıkmış olmasının anlaşılabilir olduğunu gösteriyor. Sinemanın sözü yalnızca diyalog olarak değil, kendi görsel imkanları ile söylüyor olması, kendine ait bir dilinin olması onu anlama tanıklıkta bir adım öne çıkarıyor. Bir şeyi pek çok açıdan anlatabiliriz. Ancak “Görmek mi istiyorsun? Al sana!” meydan okumasını sanırım bir tek sinema ile yapabiliyoruz. Halbuki yaşamın ta kendisi budur. Yaşanılan şey aleme görücüye çıkmış, gözlere sunulmuştur. Fakat işte yaşama karşı körlük yaparız. Gözlerimizi bağladığımız sıradanlaştırma, alışkanlık, duyarsızlık gibi gaflet çaputu, göz bağları ile körebe oynar dururuz. İşte yaşamı tırnak içine, ekran içine alıp da bir daha fakat özellikle o açıdan gösteren iyi sinemalar hayata karşı gözlerimizi de açabilme kudretine sahip. Belki bu tip bir sinema gözlerimizi bağlayan ekranların özrünü bu anlamda diliyor olabilir. Ne dersiniz?