"Görün"düğün gibi "ol"abildin mi?
Mevlâna’nın “ya olduğun gibi görün/Ya da göründüğün gibi ol” sözü yüzyıllardır “olmak” ve “görünmek” arasındaki mesafeyi içsel ve dışsal anlamda azaltmayı hedefleyen; ancak belki bundan daha fazla kendi felsefesi gereği “olmak” üzerine yığınak yapan bir içeriğe sahiptir.
“Olmak” insanın kendi tabiatında potansiyel
pozitif boyutları amel düzeyine çıkarmak, “insan-ı kamil” düzeyine ulaşabilmek
üzere kendisini arındırmak, içsel süreçlerden başlayarak dışsal olana doğru bir
değişimi gerçekleştirmek gibi çok geniş içerimli ve hayat boyu sürecek bir
varoluşu tanımlamaktadır.
İnsanoğlu en
baştan itibaren “görünmek” ve olmak” arasındaki düalizmde gerilimler
yaşamıştır. Meselâ; insanlar ekonomik bakımdan daha iyi görünmek ister.
Statüsünü daha yüksek göstermek ister. Hatta gösterişli elbiseler, ayakkabılar
giymek son derece lüx evlerde oturmak ister. Şayet böyle imkanlara sahip
değilse, sahipmiş gibi görünmek isteyebilir. Söz gelimi; son derece pahalı
güneş gözlüklerine mevcut imkanlarıyla ulaşamıyorsa, daha ucuz ve havalı olanı
tercih ederek yine farklı görünmeye çalışabilir.
Neticede insan
“ol”duğu zaman, görüntüsünü ona uydurabilir; fakat göründüğü gibi olması için
ciddi maddi imkanlara sahip olmak durumundadır. Tabii ki olmak ve görünmek
arasındaki mesafe sadece maddi anlamda değil, farklı alanlarda da kendisini
göstermektedir. Meselâ; kimisi âlim gibi görünmek ister, kimisi kendisine
“şeyh” görüntüsü verir. Kimisi baba, öğretmen ya da anne gibi görünmek
isteyebilir.
Mevlâna
Mesnevi’sinde bunlara dair önemli örnekler vermektedir. Meselâ; bir adam âlim
gibi görünmek üzere kavuğunun içine bolca kağıt doldurarak kabarık ve büyük
görünmesini temin etmektedir. Yine adamın birisi dudağını kuyruk yağıyla
yağlamış; böylece yağlı yemek yediği; dolayısıyla zengin olduğunu göstermeye
çalışmıştır.
Bugün “ol”mak
ve “görünmek” arasındaki gerilim daha da bariz bir biçime gelmiştir. Bu
gerilimi besleyen bileşenleri belki kısaca analiz etmek gerekmektedir.
Birincisi, tüketim toplumu ve kültürünün ciddi belirleyici olmasıdır. Tüketim
toplumunun kısaca temel özelliği; kişinin sahip olduklarıyla kendi kimliğini
inşa etmesidir. Bu durumda insanın sahip olduğu arabanın markası, evinin muhiti
ve hangi statüsel sitede oturduğu insanlar arası ilişkide belirleyici
olmaktadır. Doğrusu bu fenomeni Erich Fromm “sahip olmak ya da olmak”
şeklindeki düalizm içerisinde tanımlamıştır. Esasen bu gerilimi bizim klasik
geleneğimiz oldukça başarılı bir şekilde geçmişte içeriklendirmişlerdir.
Premodern
dönemde genel mentalite insanın kendisinin değişimidir. Bu bağlamda erdemli
olmak büyük önem taşır ve “olmak” için erdeme doğru gidişte arınma kişinin
hayat boyu temel gayesi haline gelir. Böylece insan hem tabiata uyar, hem içsel
süreçlerini geliştirir; sonuç olarak insan-ı kamil olma yoluna “arınma” ile
kendisini “ol”durmaktadır.
Fakat modern
dönemin genel niteliği insanın kendisi de dahil olmak üzere çevresini, tabiatı
ve herşeyi değiştirmesidir. Değiştirme, merkezin Tanrı’dan insana doğru kayış
ile ilintilidir. Bunun doğal sonucu olarak insan bedeni başta olmak üzere
herşeyi değiştirmeye başlamıştır. “Değiştirme” bir kere devreye girince, doğal
olarak insanın görüntüsü odak haline gelmiştir.
Bugün
yaşadığımız post/modern dünya gerçekliğin yeniden inşasını gündeme getirmekle,
insana da kendisini farklı gösterebileceğini dikte etmiştir. Dünya ölçeğinde
insanlara bir daha bakmayı deneyin; çoğunluk kendisine açılan sanal evrenin
içinde farklı görünmenin yollarını aramaktadır.
Burada esaslı
soru cevaplanmayı beklemektedir; “görün”üyorsun fakat “ol”abiliyor musun? Neticede
“ol”maya doğru mesafe arttıkça, görüntülerin egemenliği artmaktadır ve görüntü
ise insanın şikayet ettiği içeriksizleşmeyi derinleştirmektedir.